27 Mayıs 2007 Pazar

İnsanlar büyüdükçe hayalleri küçülür mü?

Hayalin büyüğü küçüğü neye göre ölçülür?

Küçükken cennetin, Charlie'nin Çikolata Fabrikası gibi bir yer olduğunu hayal ederdim. Ağaçlarda çikolatalar, şekerlemeler yetişiyor ve mesela canım gazoz istese, elimde birdenbire bir şişe Elvan Gazozu bitiveriyor.

Aslında Elvan Gazozu o sıralar küçük bir hayaldi diye düşünebilirsiniz, çünkü her yerde bulunurdu ve ucuzdu. Ama ben para kazanmıyordum, asla bir şeyi tutturan, mızmız bir çocuk değildim ve bana ne istediğim sorulmaz, söylememin bir sakıncası olmadığından da tamamen emin olmazsam, kimseye Elvan içmenin beni ne kadar keyiflendirdiğini söyleyemezdim. Haliyle canım çeker çekmez, tüm bu protokol prosedürlerinden muaf biçimde gazozuma kavuşmak benim için büyük bir hayaldi.

Aynı şey "şimdi" nasıl bir hayaldir? Hani artık para kazanıyorum ve alım gücümü neredeyse hiç etkilemeyecek bir şişe gazozu, kimseye hesap vermeden rahatlıkla gidip alabiliyorum. Ama ortada daha büyük bir engel var... Artık Elvan Gazozu yok!

Hayalin büyüğü küçüğü, erişilebilirlik düzeyine göre belirleniyorsa, şu anda Elvan Gazozu benim için çok daha büyük bir hayal olmuyor mu?

Peki ben büyüdüm mü?

İnsan dönüşür. Önce kolu bacağı uzar, saçı tırnağı hep uzar, sonra bir gün ölen hücreler kendini yenileyemez hale gelir, derken metabolizma durmaya karar verir. Evet de, "büyümek" bunun neresine denir?

Beynimdeki hücre sayısı her geçen gün azalıyor, böylece büyüyor muyum?

Tamam, kafa karıştırmayacağım, bu sözün ne ifade etmeye çalıştığını ben de biliyorum. Yaşımız ilerledikçe tecrübe kazanır, feleğin çemberiyle fazla içli dışlı olur, artık sahip olamayacağımızı düşündüğümüz şeyleri istemekten vazgeçeriz... Bu mudur?

Bence söz bunu anlatmaya çalışsa da, görüş sadece karamsar bir rahata kaçış bahanesidir. Çünkü hayal etmek, bir adım ötesinde bu hayale erişmek için çaba harcamayı, gerekiyorsa eldeki bazı nitelik ve nicelikleri gözden çıkartmayı gerektirir diye düşünürüz. Hayalimize karşı sorumluluk duygusu geliştiririz ve başarısız olursak suçluluk duyarız. Tüm bunlardan yırtmanın en acısız yolunu da, kurduğumuz hayalden baştan vazgeçmekte buluruz.

Bir dileğe erişebilirliğimizi baştan önlediğimizde, düş kırıklığı faktörünü kontrol altına alabildiğimizi varsayar, bu tavrımıza da "olgunluk", "kanaatkarlık", "tevekkül" gibi onurlu isimler takarız. Kısacası kendimizi, yine kendi cesaretsizliğimizle kutsarız.

Peki düş kurmak açgözlülük müdür? Yoksa bu da bize öğretilen saçma kodlardan biri mi?

Beynimin içinde bir varsayım üretiyorum: "Keşke it gibi çalışmadan ve bunun için özgürlüklerimden fedakarlık etmeden mutlu bir hayat sürdürebilsem..."

Bu düşün imgelerini canlandırıyorum: Deniz gören güzel bir evim var. Mutfaktan demlediğim çayın huzurlu fokurtusunu işitiyorum. Hava güneşli ama bunaltmıyor. Kuş seslerini ve bahçedeki ıhlamur ağacının kokusunu algılıyorum. Hatta hazır elim değmişken, düşüme tatlı, müşfik, gözlerinin içi gülen bir adam da ekliyorum. Pencerenin önündeki masada kendi kendine bir şeyler tamir ediyor. Belki içeride uyuyan bir bebek bile var.

Şimdiden rahatladım... Böyle bir keyiften neden mahrum olayım? Sadece "düş kurma" eyleminin kime ne zararı dokunabilir ki?

Düşleri hırslara dönüştürüp kendimizi boş yere paralıyor ve düş kurmanın asıl güzelliğini kaçırıyoruz.

Neden rüya gördüğümüzde bunu gerçekleştiremiyoruz diye suçluluk duymayız? Aynı şey değil mi? Aynı şey olur mu canım... Rüyalarımızı seçmiyoruz ki, istem dışı görüyoruz. Hem onlar rüya, belli bir mantıkları bile yok. Bu yüzden hayal kurmak ve rüya görmek çok farklı şeyler...

E, iyi ya işte, düşlerimizi biz çiziyoruz. Daha güzel değil mi?

Çocukluğumdan beri hep düşünürüm;
"Anı diye adlandırdığım şeyleri gerçekten deneyimledim mi?"

Anıları düşlerden ayıran şey nedir? Şu an bilgisayar başında oturuyor, sigara içiyor, klavyenin tuşlarına basıyor ve "yahu bari biraz rüzgar esse, ne bu nem..." diye hayıflanıyorum. Yaklaşık iki saat sonra, bu anı yaşadığımdan nasıl emin olacağım? Teknik olarak sadece bunu yaşadığımı varsayacağım. Evet, interneti açıp, yazdıklarımı sayfama yüklediğimi görebilir, varsayımıma kendimce deliller bulabilirim. Ama yine de deneyimlediğim şu an, düşlediğim herhangi bir anla aynı algılama metodlarını içerecek ve her ikisi de yalnızca beynimin içindeki varsayımsal vizyonlara dönüşecekler.

Küçükken büyük hayaller kurmayız aslında, sadece daha özgürce hayal kurarız. Gerçeklik adını verdiğimiz bir dizi toplu ilüzyona paçayı kaptırmamış, kollektif bilincin kısıtlamalarıyla madur duruma düşmemiş haldeyken, masallara taş çıkartabilecek pek çok varsayım üretebiliriz. Üstelik, düşü düş gibi kurarız, ille gerçekleşmek zorunda olduğumuzu sandığımız bir dizi yaptırıma dönüştürmeyiz.

Haliyle büyünce hayallerimiz küçülmez, sınırlarımız daralır. Kendimizde sadece gerçekleşme olasılığı olduğuna inandığımız şeyleri düşlemeye hak bulur, ardından bunu bile zavallı benliklerimize çok görürüz.
"Ah şöyle piyangodan para çıksa da, işi gücü bırakıp bir tekne alsam ve dünya turu yapsam" deriz de, "Canım istediğinde yunus olsam da, okyanusları arşınlasam" demeyiz. Yunus olmak büyük gelir bize... Teknik olarak tekneler yunuslardan büyüktür gerçi, bu hayal ölçüsü birimi neye göre belirleniyor hala çözebilmiş değilim, ama yetişkin olduğumuzda, "hayal kurma" eylemine fazla haksızlık etmeye başladığımızdan eminim.

Kaçırılmaması gereken bir başka unsur da, düşlerin son derece kişisel olduğudur. Sosyal hayatta gerçekleştirdiğimiz takdirde başımıza türlü belalar açacak pek çok şeyi düşlerimizde yaşatmamız mümkündür. Bunlar bizim küçük sırlarımız olarak, sadece kendimize sakladığımız bir hazine sandığına dönüşebilirler.

Yeniden vurgulamak istiyorum; hayal kurmak, gerçekleştirme hırsı geliştirmediğimiz sürece, bizim gizli bahçelerimizdir. Kimseye hiçbir hesap vermek zorunda olmadan kendi dünyamızı yarattığımız o yaramazlık dolu, mutlu bahçeler... Düş, düş olarak yeterince özgür yaşanabildiğinde, gerçekleşmemesi bizi hüsrana uğratmaz.

Çocukken uçtuğumu hayal ettikten sonra, yetişkinlerin yarattığı ortak gerçeklik sahasına döndüğümde, neden uçamıyorum diye hırs yapmaz, derin bir üzüntü duymaz ya da isyanla kendimi duvardan duvara vurmazdım. Ama büyüdüğümüzde hayal ettiğimiz şeyler her ne kadar bize gerçekleşmeleri olası da görünse, peşleri sıra derin bir tatminsizlik duygusu getirirler. Bu tuzağı kendimiz yaratırız. Hayal kurmayı plan yapmakla karıştırır, sonra bu anlamsız eylemle düşlerimizi cezalandırırız.

Oysa zihnimde her şeyi yapabilirim. Bacaklarımı uzatabilir, çok pahalı giysilerle çamurlarda yuvarlanabilir, canım istediğinde görünmez olabilir, haftasonumu birkaç galaksi ötede geçirebilir, sokak ortasında sevişebilir, bulutların üzerinde uyuyabilirim. Bedenim, öldürmekte olduğumuz gezegenin bu kısır kurallarıyla zaptedilmiş olsa da, düşüncem tüm gerçekliği dilediği gibi bükebilir ve kendime bambaşka kuralları olan türlü gerçeklikler yaratabilirim. Üstelik bunun için gözlerimi yummama bile gerek yok, sadece varsayabilir ve bu varsayımın keyfini çıkartabilirim.

Ya da yoğun bir iş günü, telefon trafiğine boğulmuş, tek ayak üstünde türlü taklalar atarken, sadece iki üç saniyeliğine evimde, küvetimde olduğumu, içeriden en sevdiğim şarkının melodisini işittiğimi, şarabımı yudumladığımı düşleyebilir, kendimi biraz olsun rahatlatabilirim.

Düş kurmak en basit anlamıyla, yaşamsal kaygıları belli bir süre tatile çıkartmaktır ve düşlerin boyu değil işlevi önemlidir. Tüm bunlardan sonra kişisel tatilinizde nereye gideceğinizi seçmek ise tamamen sizin seçiminizdir.

Mutlu hayaller...

17 Mayıs 2007 Perşembe

Kadınlar ne ister?

Kadın Hak nurudur, sevgili değil.
Sanki yaratıcıdır, yaratılmış değil!
Mevlana Celaleddin, Mesnevi, Cilt 1


Ne zaman bir forumda bu başlığa rastlasam ve her defasında -hani bir umut- mantıklı bir iki cümle arasam, düş kırıklığına uğruyorum. Dolayısıyla, insaniyet namına, kadın denen şu kendini bilmez mahlukatın ne istediğini bir de naçizane benden duyun isterim.

Söze, bu konuda ortaya atılan varsayımlarla başlayalım. Bakalım ne istermiş kadın...

“Her zaman daha fazlasını”

“Kadın erkeğin kendisine kul köle olmasını ister; olunca da ondan nefret eder”

“Allah'tan belasını ister bunlar”

“Dünyayı verseniz uzayı isteriz.. ;)”

“Sopa ister ne isticek”

“Biz kadınlar bunu bilsek, söylemez miyiz sanıyorsunuz...”

“Arada bir şiddet, arada bir sevgi, arada bir aşağılama”

“Sevgi, saygı, sadakat, bulunca da yenisini isterler”

Bu yorumlar ışığında kadın, kendisini tanımayan, ne istediğini bilmeyen, doyumsuz, tatminsiz, şımarık bir varlıktır. Onu mutlu etmek ise haliyle tamamen imkansızdır. (Elbette çok daha çirkin ithamlar ya da hitabetlere de rastladım kadınların istekleri konusunda, ama yukarıda sayıklarım bile bana yeterince üzücü geliyor.)

Kadınlık gerçekten sanıldığı kadar komplike ve belirsizlerle dolu mu demeliyiz? Yoksa biz, her iki cinsin de mensupları olarak, bu varsayımları kendimiz mi üretiyoruz?

Yeryüzünde, genel popülasyona oranla sayıca fazla oldukları halde, hemen her kültürde ayrımcılığa uğrayan ve azınlık gibi yaşayan tek topluluk kadınlardır. Çağlar boyunca kitleselleşen ataerkil düzen içinde, gerek ekonomik, gerekse sosyal anlamda şiddetli ve kesintisiz biçimde pasivize edilen kadınlar, hayatta kalış ve varoluş biçimlerini bu şiddetli baskıya dayanabilecek biçime sokmak zorunda kaldılar. Çünkü baş kaldıranın başı kesildi.

Tek tanrılı dinlerin doğuşu ardından, yüzyıllar boyunca giderek yaygınlaşan biçimde toplumları bu dinler yönetti ve tüm din kitaplarını erkekler yazdı, çünkü peygamberlik, kadına da lütfedilmiş bir ayrıcalık değildi. Öyle buyruldu ve öyle varsayıldı.

İşin başında, kadın daha ilk mitosta çabucak karalandı. Havva, asi ruhu ve önüne geçilmez merakı yüzünden, yasak meyveyi yiyerek ilk günahı işledi ve sonsuza dek lanetlendi. Ardından, artık Havva’ya olan büyük tutkusundan mıdır, yoksa sadece muhakeme yoksunluğundan mı bilinmez, onu takip edip meyveyi tadan Adem, bir şeytan işbirlikçisi olan kadın tarafından kandırılarak madur duruma düşürülmüş kurban profiliyle çıktı karşımıza. Çıbanın başı kadındı.

Kuşkusuz, ayrımcılığın eyleme dönüştüğü ilk asimilasyon girişimi, kadını cinsel doğasına yabancılaştırmakla başladı. Bu günaha meyilli, güçsüz, zavallı yaratık ancak bakireyken, ya da kendisini kabul eden erkeğinin, sadakatle dölünü taşır, soyunu sürdürürken kutsal sayılabildi. Hatta bu şartlar altında bile, adet dönemindeyken mundar ve lekeli olmaya mahkumdu. Cinsel arzularını değil ifade etmesi, hissetmesi bile onun için büyük bir suçtu.

Elbette erkek de cinsel arzularını belli oranda dizginlemekle yükümlüydü, fakat kadına oranla hem sınırları geniş, hem de özrü boldu. Kadın, eşinin ölümü harici hayatı boyunca tek erkeğe bağlı kalmak durumundayken, erkeğin birden fazla eş ve cariye alması mümkündü. Bu çifte standardın korunabilmesi ise, ekonomik gücün yalnızca erkeğe tahsis edilmesiyle garanti altına alınıyordu. Başında erkek olan herhangi bir topluluğa dahil olmayan ve tek başına yaşamak isteyen bir kadın, ya fahişelik yapmak ve toplum tarafından zulüm görmek, ya da sefaletten sürünerek açlıktan ölmek zorundaydı.

İffetsiz bir erkek yaptıklarından pişman olup topluma yeniden kolayca kabul edilirken, kendi rızası haricinde dahi olsa iffetsizlik yaptığına karar verilen kadının hayatı karardı. Çocuk büyütmek ve eşine hizmet etmek dışında emek harcadığı bir takım meslekler edinse de, emeğinin karşılığını daima ondan sorumlu olan erkeğe bıraktı. Tüm bunların yanı sıra düşündü, kaydedilmedi... Söyledi, işitilmedi... Yarattı, takdir edilmedi... Sordu, öğretilmedi... Kadın, sahip olduğu bu lanetli bedene ve getirisi olan düzenin gerekliliklerine hep tutsaktı.

Derken Rönesans ile çürümeye başlayan muhafazakar dinsel hegemonya, sistemde oluşan köklü değişikliklere yenik düşmeye başladı. Giderek ivme kazanır biçimde gelişen bilim ve teknolojinin paralelinde, Tek Tanrı ve onun kutsadığı hükümdarlar iktidarlarını bağımsız siyaset ve ekonomiye bırakıyorlardı. İşte tam o sıralar, bazı cin fikirli adamlar, kadının o büyük kıymetinin farkına vardılar...

Hemen heyecanlanmayın, bu kıymet, potansiyel oy kapasitesi ve iş gücünden başka bir şey değildi. Eğer kadınlara oy kullanma hakkı verilirse ve gönülleri hoş edilirse, tüm dengeleri alt üst edebilecek bir iktidar desteği sağlamak da mümkün olacaktı. Aynı zamanda artan iş gücü ekonomik kalkınmayı hızlandıracak ve global platformda söz konusu ülkeye büyük gelirler sağlayacaktı.

Neyse ki bu cin fikirli adamlara yarayan yeni oluşum, kadınlara da yaradı. Yani erkek, hiç farkında olmasa da, kadının ne istediğini bundan sonra keşfetmeye başladı ve kadın, çağlar boyunca yaşadığı ağır esaretin ardından, ilk kez kendini ifade etmeye muktedir olduğunun farkına vardı.

Tabii ki bu yeni koşullar herkesin işine gelmedi. Süregelen düzende gül gibi yaşayan bir çok insan vardı ve alışık oldukları kuralların sarsılması, toplumsal güvence anlayışlarını fena halde zedeliyordu. Muhafazakar çevreler hala çoğunluktaydı ve kadınlar dahil, kadının erkekle denk haklara sahip olmasını hiç onaylamayan kesim bu yeni oluşuma şiddetle direnç gösterdi.

Lafı daha fazla uzatmadan tarihi bir kenara bırakalım ve ataerkil düzende çaresizce yerini bulmaya çalışan bu süreç hala devam ederken, kadının nasıl bir tutum sergilemekte olduğuna bakalım.

Genel geçerli geleneksel yapıda kız çocuğu ilkin, iktidar sahibi olabilmek için, fallus sahibi olması gerektiğini öğrenir. Bu yolda kendisine kodlanan temel veri hala, fallusa sahip erkeği idare edebilme becerisini geliştirmesi zorunluluğudur. Ekonomik ve sosyal açıdan güçlü bir erkek tarafından seçilmek ve onu elinde tutabilmek, kendisini de güçlü ve güvencede kılacaktır.

Çoğu kadın bu kısa yolu tercih ederken, bazıları bir süre sonra tek yolun bu olup olmadığını sorgulamaya başlar. Akıllarına gelen ikinci alternatif, kendi falluslarını yaratma becerisine sahip olmaktır. Böylece insanlaşmak adına, erkekleşme gereği duyarlar. Onları zayıf kıldıklarına inandıkları duygularını bastırır, rasyonel, katı savunma sistemleri oluştururlar. Elbette ki bu sırada erkek, artık onlar için elde edilmesi gereken bir zafer nişanı değil, yenmeleri gereken bir rakip haline gelmiştir.

Öyleyse sonuç olarak kadınlar iktidar ister diyebilir miyiz?

"Otuz yıldır insan ruhunu araştırıyorum, yine de kadınların ne istediğini anlayamadım" demiş, Sigmund Freud. Hayatta olsaydı, “Yanlış yerlere bakmışsınız, üstadım” derdim kendisine. Çünkü özünde bu sorunun yanıtı o kadar basit, o kadar göz önündedir ki... İşte dünyanın çağlar boyunca, Freud’un otuz küsür senede bulamadığı sorunun cevabı:

Kadınlar sadece insan olmak isterler.

Yapı itibariyle kadın ve erkeğin eşit olduğunu asla savunmadım. Gerek fiziksel ve ruhsal doğaları gereği, gerekse medeniyet tarihinin boyunlarına vurduğu baskıların yan etkileri nedeniyle, kadınlar mutlak biçimde erkeklerden çok farklıdır.

Hayat standardı bazında “insan” gibi yaşayabilen tek örnek hala erkektir ve kadın ancak erkeğin onayı ve/veya himayesiyle bu standarda yaklaşabilir. Dolayısıyla günümüzde bir erkeğin eşi olarak yaşam kalitesini yükseltmeyi tercih etmeyen kadının, diğer alternatifte erkeğe öykünmesine şaşmamak gerekir.

Ama tüm bunların derininde kadının tek istediği, toplum içinde -pozitif ya da negatif- herhangi bir ayrımcılığa maruz kalmadan, maddi ve manevi şiddet, taciz, aşağılama görmeden, türünün getirisi olan özel ilgi alanları ya da davranış biçimleri yüzünden kategorize edilmeden yaşayabilmektir.

Cinselliğinin bir avantaj ya da dezavantaj gibi algılanmadığı, haliyle cinsel doğasını dilediğince keşfedebileceği bir hayat ona bu güne dek sunulmamıştır. Kadın, cinsel oluşumunu bir erk elde etme aracı, ya da bir lanet gibi görmeden, bedenini bir sermayeye dönüştürmeden insan gibi, kadın gibi, aşık gibi sevebilmek, sevişebilmek ister.

Bağımsız ve hür bir hayata sahip olabilmek için, kadınlığının gereklerinden ve kadın kimliğinden feragat etmek zorunda kalmadan, kendini ispat edebilmek adına bir erkeğin en az iki katı emek ve enerji harcamadan, yolda yürürken bile yargılanmadan, sorgulanmadan, hak ettiği ölçüde rahat ve güvenle nefes alıp verebilmek ister.

Ve bunları elde etmesi maalesef hala imkansız olduğu için de huzursuz, hüzünlü, isyan doludur. Hatta bunları hak ettiğini düşünmek dahi aklına gelemediği, getirilmediği için, yorgun ve küskündür. Kendini çaresiz, önüne sunulanla yetinmek zorunda hisseder, ama bir şeyler hep eksik kalır.

Sonuçta kadın sadece insan olmak, insanken kadın olmak, kadınlığını ne toplumla, ne de kendisiyle kavga etmeden, dilediği gibi sevebilmek ister.

14 Mayıs 2007 Pazartesi

"Aramakla bulunmaz; ancak bulanlar daima arayanlardır" *


Bu söz ne kadar doğrudur, bilmiyorum. Aramadığım halde, kayıp çorabımın tekini bulmuşluğum vardır. Belamı bulmuşluğum da... Şaka bir yana, ararsak bulma ihtimalimiz olduğunu varsayalım... Kaçımız ne aradığımızı gerçekten bilebiliyoruz ki?

Bir “nesneyi” mi arıyoruz? Ya da bir “kavramı”? Yaşamımıza mantıklı bir çözülüm getirecek olan “açıklamayı”? Varlığımızı anlamlı kılabilecek bir “amacı”?...

Rüyalarımızı mı arıyoruz, yoksa hangi rüyayı görmemiz gerektiğini mi keşfetmeye çalışıyoruz?

Sabahları uyandığımızda, gün içinde halletmemiz gerektiğini düşündüğümüz kaç eylem bizi aradığımız şeye yaklaştırıyor? Yoksa basit hayallerle uğraşmak için fazla mı meşgul ve sorumluluk yüklüyüz?

Sahi, kaçımız kendisine “arayabilme fırsatı” tanıyor?

“Fazla düşünme, deli olursun!” derdi rahmetli babaannem. Gerçi “Geceleri ıslık çalarsan, şeytanları görürsün” de derdi; oysa gece vakti o kadar ıslık çalmışlığım vardır, hiçbirinde şeytan filan görmedim. Yine de deli miyim, bilemem tabii, ama beynimi pek susturabildiğim de söylenemez...

Yaşamı sorgulamak, bize hep kaçınmamız gereken bir hadiseymiş gibi öğretilir. Bizim yerimize düşünen “büyüklerimiz” zaten her daim mevcuttur. Tek yapmamız gereken, Allah’ın işini Allah’a, devletin işini devlete bırakıp, başkaları için üretmek ve yine başkaları için tüketmektir. Üstelik bunu öylesine önemseriz ki, aramamız gereken bir şeylerin var olup olmadığını dahi aklımıza getirmemeye çalışırız.

Öte yandan içimizde, varlığını çoğu zaman unutturan, ama bazen dayanılmayacak kadar rahatsızlık verici olabilen tuhaf bir boşluk hissederiz. Sanki ne olduğunu ifade edemediğimiz bir şeyler, bir yerlerde hep eksiktir. Tarifsiz bir tamamlanma arzusu duyumsarız, ama neyi, neyle, nasıl tamamlayacağımızı bir türlü çözemeyiz.

Derken derdimiz gücümüz bu sıkıntıyı tanımlamak olur. Tanımlayınca iş bitecek ya...

Hadi diyelim ki tanımladık, yetmedi eyleme de geçtik... Hatta şansımız yaver gitti, bulduk aradığımızı üstüne üstlük... Sonuç bizi tatmin edebilecek mi? Yoksa işimize gelen menfaatleri karşılamadığını, umduğumuz gibi çıkmadığını varsayarak, bir türlü bulduğumuzun “o” olduğuna inanmayacak mıyız?

Çoğumuz “birini” arıyoruz. Hani şöyle “eş ruh” filan da denilen, mükemmel partner olduğunu umduğumuz kişiyi... Ya eş ruhumuz selvi boylu, badem gözlü değilse? Geceleri horluyor, tırnaklarını kemiriyor, güldüğünde diş etleri görünüyorsa? Ya tahsilsiz, itibarsız, fakir biriyse? Veya düşlediğimizden daha yaşlı, daha kilolu, daha sarsaksa?

Hadi kötümser olmayıp mükemmel birini bulduk diyelim, biz yeterince iyi miyiz bu “mükemmel eş” için? Öyle ya, adamcağız ya da kadıncağız mükemmelse, bizimle birlikte olması ona haksızlık olmuyor mu? Bizim hiç kusurumuz, gediğimiz yok mu?

Gerçek aşkla karşılaştığımız zaman, bunu hakkını vererek yaşayabileceğimizden emin miyiz? Aptal komplekslerimizi, saçma sapan takıntılarımızı, geçmiş korkularımızı o ilişkiye taşımamayı başarabilecek miyiz? Aşkımızı egomuza kurban etmemenin üstesinden gelebilecek miyiz? Böyle cüretkarca mükemmel eşimizi ararken, kendimizi onu takdir edebilecek düzeye getirebilmeye de uğraşıyor muyuz?

Maalesef inançsızlık içimize işlemiş durumdadır. Hani bir elmanın iki yarısı olsak, önce “benim yarım daha mühim” diye diretir, işleri berbat edince de “aradığımın o olduğunu sandım, ama değilmiş” deriz. Sonra gelsin “aşk acıdır, yalandır” söylemleri, “acıyla olgunlaştım, artık aramaktan vazgeçtim” geyikleri... Bir sonraki bahara kadar bu soytarılık sürer gider.

Peki nedir bu bencilliğimiz? Bu kendini beğenmiş, kibirli halimizin haklı gerekçesi nasıl açıklanabilir? Hangi kusursuz özelliğimiz böylesi bir şımarıklığı mazur kılabilir? Ne bekliyoruz sevgili ruh eşimizden?

Hepimiz hayatımız boyunca, özel olduğumuzdan emin olmaya çalışırız. Her birimiz kendimizi, adını koymasak da dünyanın merkezi olarak algılarız ama aklımıza dünyanın, ya da evrenin birden fazla merkezi olabileceği ihtimali ne hikmetse hiç gelmez. Ya her birimiz birer evrensek ve merkezlerimiz bir başkasının içinde de yer alabiliyorsa? Ve mükemmel olmadığını düşündüğümüz her şey fazlasıyla mükemmelse?

Ya hakkıyla sevmeye sandığımızdan daha yetkinsek?

Tamamlanmak herkes için bir başka insanla uyumlu bir birliktelik kurmak anlamına gelmeyebilir elbette. Bazılarımız kendimizi kariyere, ideolojilere veya çocukluk hayallerine verebilir, bazılarımız direk yollara düşebiliriz. Peki bu farklı hedefler sonucu değiştirir mi? Hikmet aradığımız şeyin niteliğinde midir, niceliğinde mi? Yoksa ne ararsak arayalım, olay bizde mi biter?

Kim bilir nereden duymuştum... Bir kaptan hayatını, bulması gerektiğine inandığı bir adayı aramaya adar. Tüm yaşantısı boyunca tek dileği o adaya bir an evvel ulaşmaktır. Yıllar geçer, adam bu amaç uğruna türlü fedakarlıklarda bulunur, en sonunda adaya varır. Karaya çıktığında heyecanla etrafına bakar, ada güzeldir güzel olmasına ama gayet sıradandır. Kaptan düş kırıklığına uğrar.**

Derken geçen zaman içinde bu kaptan çok önemli bir gerçeğin farkına varır; adayı aramanın kendisi zaten hayatını yaşanmaya değer ve muhteşem kılmıştır.

Peki her arayan bulabilir mi?
Bulmak bu kadar önemli mi?

Ya peki bulanlar daima arayanlar mıdır?
Kim gerçekten aradığını bulduğundan emin olabilir ki?

Öyleyse aramamalı mıyız?
Elbette ki, hayır! Aramadan nasıl varolabiliriz ki?...


* Bayezid-i Bistamî
** Ithaka - C.P. Cavafy