12 Eylül 2009 Cumartesi

İçi Dolu Turşucuk

Yvonne: Bu gece seni görebilecek miyim?
Rick: Asla o kadar uzun vadeli planlar yapmam.

-Casablanca (1942)-


Nihayet yağmur yağıyor, havanın sıkıntısı çözüldü. Yağmuru boşuna ağlamaya benzetmiyorlar. Her ikisi de gerilim boşaltıyor.

Söz vermeyi hiç sevmiyorum. Geleceğimizi saçma sapan güvenceler altına almak adına birbirimize uyguladığımız esaretin hileli ahitleri bunlar. Bir Cumartesi akşamı, denize nazır gün batımını izlerken, rüzgar sakinken ve ortalıkta kafaya takacak hiçbir şey yokken senden bir söz vermeni isterler. Verdiğin sözü nemli, boğucu bir Salı günü, başında korkunç bir ağrı ve kalbinde henüz açılmış derin bir yarayla tutman gerekeceğini o anda bilemezsin. Sözünü tutmadığında, seni onursuzlukla suçlarlar. Kendilerince çok haklılar.

Güvenilmez biri olduğumu her fırsatta dile getirmeme karşın – ki bence bunu dile getirebiliyor olmam nadir güvenilir özelliklerimden biridir- şimdiye dek bana ait bir iple hiçbir kuyuya inilmeyeceğini kimseye anlatamadım. İnsanların hala normal olabileceğimi düşünmelerine engel olamıyorum. Oysa annem toplum dışı olduğumu tekrarlayıp durur. Yalnızlığından beni sorumlu tutuyormuş mesela, geçenlerde söyledi. Onunla yaşamasam yine bir biçimde aykırılığımı örtbas edebilirmiş, ama bir erkek arkadaşı olsa, benim yüzümden annemi çok eleştirirmiş. Kadıncağız da mecbur, kimseyle beraber olamıyormuş. Uzun yıllar onunla yaşamadım aslında, ama belki de bana “git” diyemediği için böyle söylüyordur. Gitmeli elbette bir ara, orası ayrı.

Anlaşılması zor kadındır, annem. Bir yandan da sık sık,
“Çocuklarım olmasa intihar ederim” der.
Bizim için hayatta kalıyormuş. Yoksa yaşamının hiçbir anlamı yokmuş.
“Hangimizin var ki, anne? Olmalı mı ayrıca? Sonbaharda yapraklarını döken ve baharda yeniden yeşeren ağaçların hayatı anlamlı mı? Ne gibi bir anlam peşindesin, ah benim güzel annem? Varoluş nedenimizi tanımlayabiliyor musun ki, ruhunu, ruhlarımızı kurtarasın? Ben tanımlayamıyorum. Sadece sonbaharda yapraklarımı döküp, baharda yeniden yeşeriyorum. Hayat varlığımla da, yokluğumla da iç içe, insanlığın tüm bencilliğine rağmen hala kurumamayı başaran nehirler gibi akıp gidiyor.

Özgürlüğüm, esaretinin başladığı yerde ümitsiz bir kangrene dönüşüyor, anne. Mutsuzluğuna bahane olduğum anda, yalnızlığıma dair yaşadığım isyanın tüm başkaldırıları, son sürat giden tüm teselli ikramiyelerim birdenbire görünmez bir duvar çarpıp paramparça oluyor. Ben olmasam, bağımlısı olduğun sonsuz öfkene nasıl bir özür uyduracaksın, bunu hiç düşündün mü? Ben olmasam, kırıklığından gizlice haz aldığın kalbini sadece senin kanattığın gerçeğiyle nasıl yüzleşeceksin?

Hem, toplum dediğinin içi seni, dışı beni yakar, be anne. Sanıyor musun ki sahiden bir dışı var bu meretin? Çıkılabilecek dışı olsa çıkmaz mıyım bu güne kadar? Nereye kaçabiliriz? Nerede saklanabiliriz? Kolay mı o kadar?”

Yağmur çıldırdı. Marmara kıyısında her yeri sel basmış. Ölen insanlar varmış. Bundan böyle, verdikleri sözleri tutamadılar diye kimse onları suçlamayacak. Yakınları ise bir süreliğine mazur görülecek. Yine de sorumluluklarını yerine getirmek için devletin ya da bağlı bulundukları kurumların belirlediği ölüm izni sürelerini aşarlarsa, ayrıcalıklarını yitirmekle cezalandırılacaklar. Acılarını yaşayıp, üstesinden gelebilmek için çok kısıtlı zamanları var.

Kendime dahi söz veremiyorum ki, başkasına nasıl teminat vereyim? Dişim kırıldı geçenlerde, her gün biraz daha çürüyor. Üstelik dişçim aynı zamanda en yakın arkadaşım ve ona bile gidemiyorum. Arada kırık yüzünden boşalan yere yemek artıkları girmese umursamam da aslında durumu muhtemelen. Sanırım farkındalığımız da, algı eşiğimizde oluşan boşluklara yabancı olguların girmesiyle biçimleniyor. Yoksa yitirdiklerimizin farkına, ancak tamamen çürüdüğümüzde hissettiğimiz acıyla varabilirdik. Öylesi daha mı iyi olurdu? Kendimizi normal sanmak ve normal olmak arasındaki farkı bu kırıklara gösterdiğimiz duyarlılık dereceleri mi biçimlendiriyor? Bilmiyorum. Ben zaten pek bir şey bilmiyorum, sadece bolca atıp tutuyorum.

“Normallik” kavramı sığ ama dibi görünmez bir kuyu. Hani şu delinin tekinin içine taş atıp, kırk akıllının çıkaramadığı kuyulardan. Bu zavallı akıllılar, Ali Baba’sız kalmış Kırk Haramiler gibi, kuyu başında sürekli kıvranıyorlar. Hadisenin özü çok basit aslında. Normal olmak, kaba tabiriyle kitle psikolojisine uygun davranmaktan ibaret yalnızca. Herkes sokağa çıplak çıksa, giyinik olan anormaldir. Hiçbir mutlak ölçütü olmayan, ama senden daima mutlak sadakatle uygulaman beklenen, şuursuz bir budalalık türü bu normallik. Zamana, mekana ve şartlara göre sürekli nitelik değiştiriyor. Çırağan Sarayı’na fönlü saçlarla girmezsen anormalsin, ama aynı saçlarla Hacıhüsrev’de dolaşırsan gündüz fenerine dönersin. Müslüman mahallesinde salyangoz satamazsın, fakat Uzak Doğuda köpek eti dahi yiyebilirsin. Hadi bunları geçtim, sanki cinayetin namuslusu olurmuş gibi “namusumu temizledim” diyerek çatır çatır can almak olağan karşılanabilirken, silah tutmayı reddettiği için askerlik yapmak istemeyenlerin hayatı özenle zindana çevrilir. Ben anlamıyorum bu işleri.

Doğada hiçbir şey bir diğeriyle aynı değil. Kelebeğin iki kanadı dahi birbirinden farklı. Hiçbir ağaç dallarını göğe mutlak bir düzende uzatmıyor. Her birimizin parmak izi benzersiz. Ama iş komplekslerimize gelince, hepsi birbirinin tıpatıp aynısı. Her haltı etiketleyip nizama sokmazsak insanlığımıza zeval gelir ya… Bu kontrol saplantısı yalnızca türümüzde görülen bir rahatsızlık.

Normal olamadığım için benden suçluluk duymamı bekliyorlar. Duyamıyorum. Elbette bunu da normal bulmuyorlar. Akılları karışıyor, ezberleri bozuluyor, bazılarının benim adıma üzüldüğü oluyor. Bense başka şeylere üzülüyorum.

İnsanların, enerjilerinin büyük çoğunluğunu kabul edilebilir olmaya harcamalarına üzülüyorum, mesela. Neler yapabilirler boşa saçılan tüm o çabalarla… Aslında her biri nefret ediyor zorunluluklardan, ama ödedikleri bedeller onlara karşılıksız gelmesin diye başkalarının da aynı eziyetleri çekmesini istiyorlar. Kimse seçim yapamıyor, çünkü her biri kendi hayatı konusunda seçim yapabilme hakkını başkalarına vermiş. Kimse kendi iplerini kendisi yönetmiyor. Bir ip ailede, bir ip patronda, bir ip ev sahibinde, bir ip bakkal çakkalda, hükümette, geri kalan ipler çeşitli bankalara paylaştırılmış… Her ip sahibi istediği hareketleri yaptırdığında, adamın gün sonunda kendisi için hareket edecek hali bile kalmıyor. Ardından mutsuz olup, bu mutsuzluğundan ip sahiplerini sorumlu tutuyor.
“Gençliğimi yediniz, be!”
Bunun karşılığında adamımız ne yapıyor? Kendisini mutlu etmek için harcayabileceği kısıtlı zamanını, elindeki başka ipleri oynatmakla değerlendiriyor. Toplu bir histeri yani bu, başka bir şey değil.

Anormal olmaya çalışmıyorum. Normal olmamaya da çalışmıyorum. Sadece iplerimi mümkün olduğunca kendim yönetmek istiyorum. Bu yüzden kredi kartı kullanmıyorum mesela. Yine bu yüzden hali vakti yerinde bir koca bularak, kıçımı kırıp oturamıyorum. Her şeye rağmen, tüm iplerimi elime geçirmeyi başaramam. Ne kadar bağımsız olsam, yine bir işverenim vardır, müşterim vardır, hayatta kalmak adına teslim olurum.

Ya işte anne, dışı yok ki toplumun, çıkmayı başarayım…

Aynaya bakmadığım sürece neye benzediğimi ya da kaç yaşında olduğumu tamamen unutabiliyorum. Sabahları uyandığımda, nerede, hangi zaman diliminde ve ne halde olduğuma dair geçirdiğim adaptasyon sürecinin, benliğimde çoğunlukla sahip dahi çıkamadığım bir düş kırıklığı yaratmasına engel olamıyorum. Kötü bir hayatım olduğu için değil. Bilakis, dünyada benim kadar ayrıcalıklı yaşayan pek az insan var. Ancak bazen gerçekten hayatta olup olmadığımdan şüpheye düşebiliyorum.

Hayatta olmak insana daha farklı bir duygu vermeliydi, biz bunu yanlış yaşıyoruz gibime geliyor. Necati beni mutlu etmeye çalışmayı bırakıp kendini mutlu etse, ben de beni mutlu etsem, ikimiz de gül gibi geçinip gitmez miydik? İlle işi karşılıklı ticarete dökmek zorunda mıyız? Sevgiyi kurumsallaştırmalarımız, aile yapısını güvence altına almalarımız filan yetmiyor mu?

Veletler sürekli kısaltmalarla konuşuyorlar ya şimdi, “seçose” “seni çok seviyorum” demekmiş, geçenlerde öğrendim.
“Seni çok seviyorum.”
Bu cümleyi kurmaya üşeniyor yeni nesil. En fazla o kadar sevebiliyor yani gariplerim. Saçlarını şekle sokmak için saatlerini harcamaya üşenmiyorlar elbette. Bu da onların normal olma biçimi.

Dışı yok, asla da olmayacak bu çemberin. O yüzden içini tamir etmek lazım da, ona da gücümüz yetmiyor. Duygusal devrim siyasal devrim yapmaya benzemiyor çünkü. Lideri yok, gerillası yok, silahı yok bu devrimin. Herkesin kendi yüreğini kendisinin ehlileştirmesi gerekiyor. Alışmamışız ki hayatlarımızın sorumluluğunu almaya. Suçlayacak birini bulamamak kimsenin işine gelmiyor.

Hiçbir şey için söz vermek istemiyorum. Bana da söz vermesinler. Olsunlar, olmasınlar ama işin içine hiçbir zaman zorunlulukları katmasınlar. Başka türlü sevildiğini nasıl anlar ki insan? Başka türlü nasıl sevebilirim ki?