4 Ağustos 2010 Çarşamba

35


Maude: Dünya benim bedenim; başım yıldızlarda.
(Harold and Maude – 1971)


1974 yılının Temmuz ayında, bir Cumartesi akşamı, gündüz demiryollarında işçilik yapan ve geceleri mühendislik okuyan Erdal ile istasyon gişesinde çalışan genç karısı Kamuran, dört kişilik mütevazi bir sofra hazırladılar. Misafirleri, Kamuran’ın ablası Canan ve kocası Yaşar’dı. Kapı çalındığı sırada Kamuran barbunya pilakiyi sofraya koyuyor, Erdal ise masaya eğilmiş karısının yirmi yaşındaki göğüs dekoltesine bakıp iç geçiriyordu.

Ertesi sabah erken kalkma zorunlulukları olmadığı için, Yaşar gelirken yanında bir şişe de rakı getirmişti. Canan hamileydi, haliyle içki içmedi. Zaten gebelik hormonları sayesinde kafası yirmi dört saat iyi gibiydi. Kamuran ise sarhoş olmayı değil, sarhoş olarak varsayılmayı severdi. Bu yüzden tek dubleyi zar zor bitirir, sonra da eski Türk filmlerinden öğrendiği ne kadar ayyaş klişesi varsa, gece boyunca beceriksizce sergilerdi. Sonuçta Yaşar ve Erdal o gece yaklaşık bir büyüğü devirdiler.

Yatma vakti gelince, Kamuran ve Erdal, geleneksel Türk misafirperverlik yasaları gereği yatak odalarını konuklarına verip, kendileri için salona yer yatağı açtılar. Alkol Erdal’ın kanını iyice kaynatmış, Kamuran ise sarhoşluk kisvesi sayesinde, o geceye mahsus geçici bir cinsel ifade özgürlüğü kazanmıştı. Aşk var mıydı? Bunu anlamak için henüz çok gençtiler, ama bir libido vardı.

Kaza mahsulüyüm ben. Patlak prezervatif. Hedeflenmemiş bir nedenden ötürü hayattayım yani. İki yeni yetme velet devlet izniyle evcilik oynarken ve üstelik o gece evde misafirleri bile varken biraz fazla azıttılar diye.

İnsanların iki türlü doğum günleri olur. Birinde büyüyor olduklarını kutlarlar, diğerinde ölüyor olduklarını. Geçtiğimiz Nisan ayında, bundan böyle ölüyor olduğumu ilk kez kutladım. Bu tabii işin bilimsel yanı. Ölüyor olmaya hazır mıyım, emin değilim. Ölüme hazır olmakla ilgisi yok çünkü bunun.

Ömrümün ortalarında olduğumu sanmıyorum, yetmişime kadar yaşayamam muhtemelen. Yine de saçlarım henüz beyazlamaya başlamadı. Tamam, birkaç kilo fazlalığım var, ama öyle kırışık bir yüzüm, ya da göz halkalarım yok Allaha şükür. Lisedeyken okulun kütüphanesinden çaldığım Dante’nin İlahi Komedya’sı kitaplığımda, “sıkıcı olsa da havalı kitaplar” rafında, hiç okunmamış halde duruyor. Yanında da Joyce’un Ulysses’ı var. Ne yani, evin en geniş odasını misafir odası ilan edip yaşam alanından saymayan ve küçücük oturma odalarına sığışan Türklerden daha mı acımasızım? Sahi, bizden başka millet var mıdır acaba aynı adete sahip olan?

Çocukken bu yaşlara geldiğimde, dünyayı kurtarıyor olacağımı sanırdım. Sivri topuklu ayakkabılar giyecek, kırmızı ruj sürecek ve artık sözüm dinleneceği için herkese aslında ne kadar saçmaladıklarını anlatabilecektim. Bizler tuhaf bir dönemin çocuklarıydık. Yenik özgürlük savaşçıları ve onların vatansever olduklarını düşünen gardiyanları tarafından büyütüldük. Başlangıçta pek bir şeyden anlamıyorduk. Mesela 12 Eylül’de sokağa çıkma yasağı yüzünden teyzemler bizde biraz daha uzun kaldılar diye çok sevinmiştim. Babama ilk kez,
“Komünizm ne demek?” diye sorduğumdaysa, enseme esaslı bir tokat yedim.
Sonradan öğrendiğime göre, komünizm o kafası lekeli adamın temsil ettiği, demirden bir perdenin ardına gizlenen insanların yönetim biçimiydi. İlerleyen yıllarda kafası lekeli adam, o perdeyi bütünüyle etkisiz hale getirdi.

Ben çocukken, İran ve Irak durmadan savaşırdı. Gazetelerde yeni yetme askerlerin fotoğrafları yayınlanırdı sürekli. En fazla on-on iki yaşlarında bir oğlanın görüntüsü beynime kazınmış. Elinde, canı kadar emanet tuttuğu bir tüfek vardı. Sanki biri ayakkabılarını bağlarken kucağına vermişti de, az sonra canıyla beraber geri alacaktı. Ne hikmetse, çocuğun yüzünü kendi yüzüme benzetmiştim. Hala hayatta olma ihtimali var mıdır acaba?

Gazeteler bu iki ülkenin neyin derdinde olduğunu hiç yazmazdı. Sadece o gün kaç kişi ölmüş, nereler bombalanmış, bu tür bilgilere erişilebiliyordu. Savaşın sebebini yetişkinlere sorduğumdaysa kimse cevap veremez, bilemediklerine de hayret ediyormuş gibi yaparlardı. Bu sahte hayretin umursamazlıklarından kaynaklanan bir tür vicdan sorunu olduğunu anlar, sinirlenmesinler diye gerisini kurcalamazdım. Vicdansızlıkları, yetişkinlerin yüzleşmekten en çok korktukları yanlarıydı.

Bir an önce büyüyüp, dünyayı değiştirmek için sabırsızlanıyordum. İlk olarak şu ülkeler ve sınırları meselesine el atacaktım. İnsanların neden yaşadıkları yerlere çizgiler çizip, sonra da bu çizgiyi geçti diye diğerlerini öldürdüklerini bir türlü anlayamıyordum. Ölüp giderek üzerinde yaşayamadıktan sonra, dava konusu toprağın kime ait olduğunun ne önemi vardı ki? Biz seksek oynarken çizgiye bastı diye arkadaşımızı dövsek, annelerimiz canımıza okurdu. Hem, alt tarafı bir çizgiydi. Dengen bozulur, basardın. Düşsen daha mı iyiydi?

Mantıklı bir tartışma platformunda düşüncelerimi paylaşamamak canımı en çok sıkan durumlardan bir diğeriydi. Uzayda hayat olduğundan emindim mesela, ama buna kimseyi ikna edemiyordum. Neymiş efendim, başka gezegenlerde bizdeki gibi yaşam koşulları yokmuş.
“O canlılar da kendi gezegenlerinin yaşam koşullarında hayatta kalıyorlardır. İnsanlar su altında yaşayamıyor, ama balıklar yaşıyor. Belki o canlılar da dünyaya gelince uzay giysisi giymek zorundadırlar, olamaz mı?” dediğinde, aldığım tepki hep aynıydı.
“Ay ilahi! Şuna bak yahu, resmen büyümüş de küçülmüş!”
Bu yakıştırmayla ciddi derdim vardı. Sadece yanıt alamadığım soruların ardından geliyor ve bana kendimi cüceymişim gibi hissettiriyordu.

Dört-beş yaşlarındayken, İzmir fuarında bir cüce görmüştüm. Herkes ona bakıyordu. Benim de gözümün takıldığını fark edince, annem söylemişti adama “cüce” dendiğini. Çocuk boyutunda ama yetişkin kafası taşıyan biriydi. Yani “büyümüştü” ve “küçüktü”. Benimle hemen hemen aynı boyda olduğu için, yüzündeki kızgın ifadeyi herkesten iyi fark etmiştim. Sanki birden bire deve dönüşüp, bütün insanları ayaklarının altında ezmek istiyordu. Kızamamıştım adama. Sonra hayvanat bahçesinde filleri gördüm. Daha önce hiç o kadar iri canlılar görmemiştim. Kocamandılar. Yuvarlak bir kafeste hapistiler. Kafesin içine çepeçevre derin bir hendek ve kaçmaya çalışırlarsa ayaklarına batsın diye dev çiviler döşenmişti. Büyük olmanın bir halta yaramadığını orada anlamalıydım aslında. O gün filler için kaç saat ağladığımı hatırlamıyorum.

Artık istersem sivri topuklu ayakkabılar giyebiliyor, kırmızı ruj sürebiliyorum. Ama dünyayı hala değiştiremiyorum. Sınırlar duruyor. Küçük çocuklar hala savaşıyor. Daha büyümek nedir anlayamadan, teknik olarak ölmeye başladım üstelik. Bu işte bir gariplik olduğunu uzun zamandır seziyorum. Bu gezegene niye gelmiştim ki ben sahi? Kafam fazla havada, orası kesin.

Hatırladım. Patlak prezervatif yüzünden. İşin tuhafı, o gece sevişen o iki sarsak genç, bugün nerede, ne yapıyorlar, hiç haberim yok. Birbirlerinden de haberleri yoktu en son. Mukadderat… Yine de anlamakta en çok zorlandığım kısım şu:
Birbirlerinden son derece aykırı iki adet manyağın söz konusu gecede biraz fazla ateşli tepişmesi sonucu meydana gelen bu bendeniz üçüncü manyağın, yaşama hala akla yatkın nedenler uydurmaya çalışma inadı acaba hangi sikindirik temele dayanıyor olabilir?

Bütün mesele bu. Koskoca medeniyeti de bunun üzerine biçimlendirmişiz aslında, yoksa ensest yasağı, baba katli filan hikaye. Bu “yaşama anlam bulma inadı” yüzünden kendimize anlamlar uydurmuşuz. Dinler yumurtlamışız. Toplumlaşırken, ortak ilişki çarkımıza, vicdan konfliktleri yaşayabileceğimiz dramatik yapılar kurmuşuz. Kimilerimiz kendini bilime, keşife vermiş, karşısına hazır sunulan cevaplarla yetinmemiş. Kimileri sanata sepete vurmuş, anlamı güzellik ve çirkinlik arasında aramış. Kimileri de benim gibi mal mal olası cevapları değil, sorunun kendisinin ne işe yaradığını düşünüyor. Fakat herşeyin temelinde bu yatıyor:
“Bu koduğumun hayatının bir anlamı var mı?”

Şuna karar verdim. Yetişkinlik yıllarımın hemen hemen başından bu yaşıma kadar, adı Zeynep Kamil olan, ufak tefek ve dövüş sanatlarından zerre anlamayan, sarışın, içip sıçan, biraz ağzı bozuk, zeki ama kurnazlıktan hiç nasibini almamış, anti-kahraman bir özel dedektifin ağzıyla roman yazmayı hayal ettim. Sonra anladım ki, romanı yazamamışım belki ama, Zeynep Kamil olmuşum ben. Aldığım dava da belli, niye aradığımızı arıyorum. Kendisini ne diye şekillendirdiğimizi anlayamadan, nasıl değiştirebilirim ki dünyayı?

Yeri gelmişken, dünyayı değiştiremiyoruz zaten. Algımızı değiştirebiliyoruz sadece. Fakat pek çok insanın algısı aynı oranda değişmeye başlarsa, dünya da değişir gibime geliyor. Zamanında Rönesansta olmuş bu mesela. Biz basit bir tarihi veri gözüyle bakıyoruz buna hep, ama aslında oldukça önemli bir bilgi. Rönesansta dünya değişmiş.

Bu şartlar altında, çocukken geleceğimden beklediğim gibi epik bir kahraman olmama gerek yok. Obama’ya çok şaşıyorum mesela, öyle bir rolü her an üzerinde taşımak kolay mı? İnsanlara kendisinin de osurabildiğini tamamen unutturmaya oynuyor garibim.

Herneyse, 35 yaş çok da kötü değilmiş neticede. Çünkü bedeninin ölüyor olmaya başlaması, bilincinin de güzel olmak için kusursuzluğa ihtiyaç duymadığını farkettiriyor. Hayatın anlamının mükemmellik olmadığını daha net görmeye başlıyorsun. Böylece beklentilerinin içeriği de farklılaşıyor. Dünyayı büyüyerek kurtaramazsın, ancak değişerek kurtarabilirsin. Değişmenin de yaşla bir ilgisi yok. (Tabii bunu ancak bu yaşa gelince anlamak da kendi içinde kendi paradoksunu yaratmıyor değil.)

Kısacası bu kadar zamandır deneyimlediğim hayat, hiç de geçmişimde umduğum gibi gelişmedi. Budalalığı değiştirmek için güçlü ve görkemli olmak çocukken sandığım kadar kolay iş değilmiş. Fakat buna gerek de yokmuş. Belki başarılı bir yazar yerine, küfürbaz bir anti-kahramana dönüştüm, belki kendimi pazarlamak konusunda da bütünüyle beceriksizim ama, hala uzayda hayat olduğunu ve dünyanın değişebileceğini biliyorum. Ölüyor olma meselesine gelince, büyüyor olmak benim için nasıl umulmadık bir sürece dönüştüyse, ölüyor olmanın da karşıma pek çok sürpriz çıkaracağından ve hiç de sandığım kadar büyük bir felakete dönüşmeyeceğinden eminim.