Sevgili Lenore,
Kendi gerekliliğini, değerini, önemliliğini sürekli sorgulayan bir zihin yapısına sahibiz. Her an kuşkuyla yaşıyoruz:
"Acaba yeterince özel miyim?"İşletim sistemlerimizde böyle bi bug mevcutken, benliklerimizi hali hazırda süregelen doğal akışa bırakmamız mümkün olmuyor. Çünkü gözlemlediğimiz ortamın bir parçası olduğumuzu farkedemiyoruz. Kavrayışımızı sürekli “dünya ve ben” diye ikiye bölerek, kendimizi algıladığımız evrenden soyutlama eğilimindeyiz.
Yaklaşık birbuçuk aydır, sekiz-on metrekarelik bir odada, benden başka beş ayrı kadınla birlikte çalışıyorum. Odaya geldiğimden beri varlığıma alışamadılar, hatta benden hoşlanmadıklarını çekinmeden gösteriyorlar.
Onlara benzemiyorum. Beğenilerimiz, alışkanlıklarımız, yaşam tarzlarımız çok farklı. Beni dışladıklarını her fırsatta belli etmeye çalışan yabani tavırlarına sessizlikle yanıt verdiğim için, gereksizce tehlikeli olduğumu sandıklarından da eminim.
Peki, benim bu odadaki varlığım habitatımızı nasıl etkiliyor?
Öncelikle etkisiz olduğumu söylemek mümkün değil, çünkü eylemsel anlamda net bir tavrım olmasa da, varlığıyla ortam değişkenlerini en çok aktive eden kişi benim.
Öyleyse odanın bir parçası mıyım?
Son derece belirgin biçimde bu odanın bir parçasıyım. Her ne kadar hem onlar beni, hem ben kendimi bu odaya ait hissetmekte zorlansam da, odanın bu halinden hepimiz eşit oranda sorumluyuz. Ben farklı olduğum için, onlar ise bu farktan rahatsız oldukları için, içinde bulunduğumuz atmosferi hep beraber şu anki konumuna getiriyoruz.
Peki masamda duran hesap makinesi, odanın varlığını ne derece etkiliyor? Gayet etkisiz bir eleman olduğu düşünülebilir, ama önemlilik açısından benden daha düşük değere sahip değil. O hesap makinesi burada olmasa, oda şu andaki odaya çok benzeyen, yine de farklı bir versiyon olarak açıklanması gereken bir oda olurdu.
Her an eşsizdir ve her birimiz, bu eşsiz anların benzersiz birer parçasıyız.
Oda, içinde bulunduğumda varlığımdan ne kadar etkileniyorsa, yokluğumdan da aynı biçimde etkilenir. Dolayısıyla hem varlığım hem de yokluğum odayı eşit ölçüde değiştirebilme gücüne sahipse, benim bu odaya ait olup olmadığımı sorgulamam son derece anlamsızdır.
Elbette gündelik kaygılar içerisinde vizyonumuz daralır ve dahil olduğumuz her resme bu mesafeden bakamayız. Hayatta kalmak adına topluca yarattığımız ortak düzenin açıkları, bizi yaşamı bu biçimde değerlendirebilme yetisinden her fırsatta uzaklaştırır.
Tek bir damla, okyanusun tüm muhteviyatını içinde barındırır ve bütünle bir olduğunda, o damla okyanustur.
Bizler aslında okyanusken, kendimizi ayrı birer su damlası kılmaya uğraşıyor, ardından “Acaba ne işim var benim okyanusun içinde?” diye hayıflanıyor, bu şaşkın tavrımızın nedenini “zeka ve muhakeme yeteneği sahibi” olmakla açıklıyor, böylece varlığımızı özel ve üstün atfediyoruz. Oysa okyanusun kendisiyiz, sandığımızdan çok daha bilge ve kudretliyiz, sadece doğamızı yadsıyoruz.
Demişsin ki;
"Hem sevip hem güvenmek zor, sevmediğinde güven söz konusu bile olmuyor zaten."
Sevgi sandığımız şeyin, gerçekten sevgi olduğundan emin miyiz?
Yoksa zavallı mülkiyetçi zaaflarımız yüzünden özgürce yaşanması gereken bir duyguyu yaptırımlara boğup, üzerinde haklar hukuklar icad ederek, yetinmeyip imzalarla kanunlarla sürekliliğini güvence altına almaya çalışarak bir amorfa dönüştürüp, buna da “sevgi” mi diyoruz?
Aksi halde sevmek neden güvenmeyi zor kılsın ki?
Bir sevgi ilişkisinde güven adını verdiğimiz şey, “Bu insan benimdir!” diyebilme garantisi mi? “Hep benimle olacak ve beni sonsuza dek sevecek!” Her şeyi kontrol altında tutmaya o kadar meraklıyız ki, sevgi bile bizim denetimimizde olmalı sanıyoruz.
Çocukken masallarda, birini kendine büyü yoluyla aşık eden insanları düşünüp, bundan nasıl bir tatmin duyulabileceğini anlamaya çalışır, işin içinden bir türlü çıkamazdım.
“Aslında beni sevmediğini, sadece büyülendiği için yanımda olduğunu bildiğim biri, sevgime karşılık alma mutluluğunu bana nasıl tattırabilir ki? Sevdiğim birini neden kendime tutsak edeyim? Gerçekte istemediği bir şeyi ona neden zorla direteyim? Seçme hakkını elinden nasıl alırım?”
Sevgi söz konusu olunca icad ettiğimiz saçma sapan yaptırımlar, bu büyülerden de beterdir. Çünkü büyülenen kişi hiç olmazsa, kendi iradesine uygun davranmadığının farkında değildir. Oysa “Beni seviyorsan bunu yap!” tavrı, işi direk ticarete dökerek, uzun vadede tüketir.
Yanlış anlıyor, yanlış kodluyoruz her şeyi. Sevgide güven, bilakis “Sonsuza dek yanımda olacak mısın?” kaygısı taşımamaktır. Çünkü hür iradeyle seçilmiş, karşılıklı keyif alınan ve bir olunan her an zaten sonsuzluktur.
Aslında sadece “durumlar” yaşıyoruz ve her yol eninde sonunda Bağdat’a çıkıyor. Önemli olan yolların kendi kendilerini açtığı, kararların kendi kendilerini verdirdiği o güven duygusunu yaşayabilme becerimizi, zihnimizin tüm engellerine rağmen uyandırabilmek.
Kolay değil, biliyorum.
Yine de, kendi adıma deniyorum.