26 Haziran 2007 Salı

Güven -II-

Lenore'nin yorumuna cevaptır.

Sevgili Lenore,

Kendi gerekliliğini, değerini, önemliliğini sürekli sorgulayan bir zihin yapısına sahibiz. Her an kuşkuyla yaşıyoruz:
"Acaba yeterince özel miyim?"
İşletim sistemlerimizde böyle bi bug mevcutken, benliklerimizi hali hazırda süregelen doğal akışa bırakmamız mümkün olmuyor. Çünkü gözlemlediğimiz ortamın bir parçası olduğumuzu farkedemiyoruz. Kavrayışımızı sürekli “dünya ve ben” diye ikiye bölerek, kendimizi algıladığımız evrenden soyutlama eğilimindeyiz.

Yaklaşık birbuçuk aydır, sekiz-on metrekarelik bir odada, benden başka beş ayrı kadınla birlikte çalışıyorum. Odaya geldiğimden beri varlığıma alışamadılar, hatta benden hoşlanmadıklarını çekinmeden gösteriyorlar.

Onlara benzemiyorum. Beğenilerimiz, alışkanlıklarımız, yaşam tarzlarımız çok farklı. Beni dışladıklarını her fırsatta belli etmeye çalışan yabani tavırlarına sessizlikle yanıt verdiğim için, gereksizce tehlikeli olduğumu sandıklarından da eminim.

Peki, benim bu odadaki varlığım habitatımızı nasıl etkiliyor?

Öncelikle etkisiz olduğumu söylemek mümkün değil, çünkü eylemsel anlamda net bir tavrım olmasa da, varlığıyla ortam değişkenlerini en çok aktive eden kişi benim.

Öyleyse odanın bir parçası mıyım?

Son derece belirgin biçimde bu odanın bir parçasıyım. Her ne kadar hem onlar beni, hem ben kendimi bu odaya ait hissetmekte zorlansam da, odanın bu halinden hepimiz eşit oranda sorumluyuz. Ben farklı olduğum için, onlar ise bu farktan rahatsız oldukları için, içinde bulunduğumuz atmosferi hep beraber şu anki konumuna getiriyoruz.

Peki masamda duran hesap makinesi, odanın varlığını ne derece etkiliyor? Gayet etkisiz bir eleman olduğu düşünülebilir, ama önemlilik açısından benden daha düşük değere sahip değil. O hesap makinesi burada olmasa, oda şu andaki odaya çok benzeyen, yine de farklı bir versiyon olarak açıklanması gereken bir oda olurdu.

Her an eşsizdir ve her birimiz, bu eşsiz anların benzersiz birer parçasıyız.

Oda, içinde bulunduğumda varlığımdan ne kadar etkileniyorsa, yokluğumdan da aynı biçimde etkilenir. Dolayısıyla hem varlığım hem de yokluğum odayı eşit ölçüde değiştirebilme gücüne sahipse, benim bu odaya ait olup olmadığımı sorgulamam son derece anlamsızdır.

Elbette gündelik kaygılar içerisinde vizyonumuz daralır ve dahil olduğumuz her resme bu mesafeden bakamayız. Hayatta kalmak adına topluca yarattığımız ortak düzenin açıkları, bizi yaşamı bu biçimde değerlendirebilme yetisinden her fırsatta uzaklaştırır.

Tek bir damla, okyanusun tüm muhteviyatını içinde barındırır ve bütünle bir olduğunda, o damla okyanustur.

Bizler aslında okyanusken, kendimizi ayrı birer su damlası kılmaya uğraşıyor, ardından “Acaba ne işim var benim okyanusun içinde?” diye hayıflanıyor, bu şaşkın tavrımızın nedenini “zeka ve muhakeme yeteneği sahibi” olmakla açıklıyor, böylece varlığımızı özel ve üstün atfediyoruz. Oysa okyanusun kendisiyiz, sandığımızdan çok daha bilge ve kudretliyiz, sadece doğamızı yadsıyoruz.

Demişsin ki;
"Hem sevip hem güvenmek zor, sevmediğinde güven söz konusu bile olmuyor zaten."

Sevgi sandığımız şeyin, gerçekten sevgi olduğundan emin miyiz?

Yoksa zavallı mülkiyetçi zaaflarımız yüzünden özgürce yaşanması gereken bir duyguyu yaptırımlara boğup, üzerinde haklar hukuklar icad ederek, yetinmeyip imzalarla kanunlarla sürekliliğini güvence altına almaya çalışarak bir amorfa dönüştürüp, buna da “sevgi” mi diyoruz?

Aksi halde sevmek neden güvenmeyi zor kılsın ki?

Bir sevgi ilişkisinde güven adını verdiğimiz şey, “Bu insan benimdir!” diyebilme garantisi mi? “Hep benimle olacak ve beni sonsuza dek sevecek!” Her şeyi kontrol altında tutmaya o kadar meraklıyız ki, sevgi bile bizim denetimimizde olmalı sanıyoruz.

Çocukken masallarda, birini kendine büyü yoluyla aşık eden insanları düşünüp, bundan nasıl bir tatmin duyulabileceğini anlamaya çalışır, işin içinden bir türlü çıkamazdım.

“Aslında beni sevmediğini, sadece büyülendiği için yanımda olduğunu bildiğim biri, sevgime karşılık alma mutluluğunu bana nasıl tattırabilir ki? Sevdiğim birini neden kendime tutsak edeyim? Gerçekte istemediği bir şeyi ona neden zorla direteyim? Seçme hakkını elinden nasıl alırım?”

Sevgi söz konusu olunca icad ettiğimiz saçma sapan yaptırımlar, bu büyülerden de beterdir. Çünkü büyülenen kişi hiç olmazsa, kendi iradesine uygun davranmadığının farkında değildir. Oysa “Beni seviyorsan bunu yap!” tavrı, işi direk ticarete dökerek, uzun vadede tüketir.

Yanlış anlıyor, yanlış kodluyoruz her şeyi. Sevgide güven, bilakis “Sonsuza dek yanımda olacak mısın?” kaygısı taşımamaktır. Çünkü hür iradeyle seçilmiş, karşılıklı keyif alınan ve bir olunan her an zaten sonsuzluktur.

Aslında sadece “durumlar” yaşıyoruz ve her yol eninde sonunda Bağdat’a çıkıyor. Önemli olan yolların kendi kendilerini açtığı, kararların kendi kendilerini verdirdiği o güven duygusunu yaşayabilme becerimizi, zihnimizin tüm engellerine rağmen uyandırabilmek.

Kolay değil, biliyorum.

Yine de, kendi adıma deniyorum.

22 Haziran 2007 Cuma

Güven

“Korku, çekinme ve kuşku duymadan
inanma ve bağlanma duygusu, itimat.”
TDK

Bu sabah uyandım, yataktan kalktım, banyoya yürüdüm, yüzümü yıkadım, dünden kalma makyajımın kalıntılarını silip saçlarımı topladım. Bu eylemleri yaparken ne uyandığım mekana karşı bir yabancılık hissettim, ne “ayakta durabilir, yürüyebilir miyim” diye kuşku duydum, ne de aynada gördüğüm yüzü yadırgadım. Tek kaygım, işe vaktinde yetişmekti. Çünkü, algımda o ana dair birincil belirsizlik buydu.

Güven, içinde bulunduğumuzda aklımızı kurcalamayan bir duygudur. Sadece zedelenmesi halinde, kişisel dünyamızdaki görünmezliği kaybolur.

Kişisel dünya diyorum, çünkü güvende olma hali son derece kişisel kriterlere dayanır. Neyin rahatsızlığını çekmiyorsanız, o konuda güven duyduğunuz söylenebilir. “Değerini kaybedince anlamak” tabiri ise, en çok güvenin yanına yaraşır.

Yüzmek, bisiklete binmek, araba kullanmak, koşmak gibi, gerçekleştirebildiğimizden emin olduğumuz sürece üzerine düşünme gereği duymadığımız öyle çok şey yaparız ki…Oysa yapabilirliğimizden birkaç saniye şüphe etsek, her şey alt üst olabilir.

“Tanrım ben şimdi bu bacağımı ileriye atarken diğerinden destek alıp hiç korkmadan bedenimi öne doğru nasıl savuruyorum? Ya yeterince sekronize hareket edemezsem? Ya birden yere kapaklanıverirsem???”

Oysa bunları aklınızdan geçireceğiniz yerde, onbeş-yirmi metre koşarsınız zaten…

Güven, hataları minumuma indirir, çünkü analizi geri plana çekerek, sezgileri öne sürer. Ah ne huzur dolu bir varoluş halidir o, farkına bile varmadığımız… Bir tür meditasyondur, nefes alıp verirken, gülerken, severken hissettiğimiz, önemsemediğimiz… Ne güzel, ne mutlu bir unutuştur…

Güvensizlik ise bir tür lanettir. Sürekli ayaklarınıza dolanan yapışkan, arsız, pis kokulu bir ucube gibi, nereye giderseniz gidin, ne yaparsanız yapın, her şeyi mahfetmek için sizinledir. “Analiz etmeliyim, kontrollü olmalıyım” diye hata üstüne hata yapar, çuvalladıkça daha da güvensiz olur, en sonunda dibe vurursunuz. O ise yerde yatan cesedinize bakıp kıs kıs gülerek, “Ben söylemiştim!” der size…

Güvensizlik bakterili ortamda hızla büyüyebildiği gibi, bulaşıcı da olabilir. Bu konuda sadece taşıyıcı olanlar genellikle politika, sigortacılık, avukatlık veya reklamcılık yaptıklarında, kariyerlerinde kolay yükselirler. Çünkü ikna yöntemiyle birini güvensizlik çukuruna rahatça yuvarlayabilir, hatta çeşitli manipülasyon teknikleriyle kitlesel dengeleri dahi alt-üst edebilirsiniz. Yine de son safhada güven yitirmek, kişinin yalnızca kendi iradesine bağlıdır. Elbette baskı altında iradeyi korumak da hiçbir zaman kolay olmaz.

Bir de kendi güvensizliklerini başkalarına bulaştıranlar vardır ki, onlar sadece kımıl zararlılarıdır.

Güvensizliği belirsizlik yaratır. İnsan öyle tuhaf bir mekanizmayla çalışır ki, bir sonraki gün hakkında ne kadar sağlam tahminlerde bulunabildiğine inanıyorsa, kendisini o kadar korunuyor hisseder. Öngörebildiğini varsaydığı her şey, sonu felaket dahi olsa, zavallı küçük evreni için belirsizlikten iyidir. Bu yüzden kötü işlerde çalışmaya devam edilir, kötü evlilikler yürütülür, insanlar mutsuzluğu bilinçli olarak seçmeyi sürdürüp, sadece tekrar tekrar durumlarından yakınarak teselli bulurlar.

Gerçek güvenin verdiği o esrik unutuşa duyduğumuz özlemle, kendimize imitasyon güvenceler uydurarak hayatı kavramayı reddederiz. Belirsizlik kabusundan kaçmak için, güvensizliğimizi, kuyruğunu yiyen yılan gibi üzerimize örteriz. Kaçtığımız yere sığınır, sığındığımız sıkıntılara esir düşeriz. Aslında kim olduğumuzu, ne istediğimizi, neleri başarabileceğimizi görmezden gelir, kımıldamadığımız sürece yediğimiz her darbeye şükrederiz.

Alışık olmadığımız ve tanımlayamadığımız her şey bizi neden bu kadar korkutuyor, bilmiyorum. Keşfetmek neden en büyük kabusumuz ve keşfe cesareti olanlar neden kahraman ya da çılgın atfedilirler?

Peki tanımlayabildiğimizi varsaydığımız her şeye güvenebilir miyiz?

Bir zamanlar dünyanın düz olduğu sanılıyor veya akıl hastalıkları da dahil olmak üzere pek çok rahatsızlığı tedavi etmek adına hastadan yüklü miktarlarda kan alınıyordu. Bunlar dönemin güvenilir bilgileri olmasına karşın, zamanla oluşan birikimlerimizle geçmişe bugün baktığımızda sadece şaşırabiliyoruz.

Günümüzde hiç saçmalamadığımızı nasıl iddia edebiliriz?

Olur da küresel ısınmayla pek çok türü ve kendimizi yok etmeyi başaramaz, hayatın sürekliliğini bir biçimde sağlamaya devam edersek, ileride nanoteknoloji ya da bambaşka ileri sistemlerde sürdürdüğümüz yaşantımızda “Vay be, zamanında fosil yakıt kullanıp neredeyse gezegenin sonunu getiriyorlarmış, ne cahillik” demeyeceğimizin garantisi mevcut mudur?

Fazla değil, bundan yüz-yüzelli sene öncesine kadar, koca koca demir yığınlarının içinde uçarak okyanusları, kıtaları aşabileceğimize güvenebilir miydik?

Ya da internette webcam ile mesafeler ötesini izlerken, sihirli küresinde başka krallıkları görebilen büyücülerden farkımız var mı?

Evrendeki sayısız olasılığı, sadece kendimizce açıklanabilir kılmak adına kısıtlayıp kontrol altına almaya uğraşarak, gerçek güveni asla yakalayamayız. Çünkü gerçek güven yakalanılabilir, zaptedilebilir bir şey değildir.

Newton açıklamadan önce de yerçekimi vardı ve insanlar bu konuda bir şey bilmeseler, hatta “yerçekimi” diye bir olgunun varlığından haberdar dahi olmasalar da, yerçekimine güveniyorlardı. Suya girince ıslanacaklarına, ağaçların gölgesinde serinleyeceklerine, ateşte ısınacaklarına da güveniyorlardı.

Gerçek güven sorgulamaz. Sorgunun başladığı yerde ise güven barınamaz.

Birini sevdiğimizde kendi sevgimizden şüphe duymayız da, karşımızdakinin sevgisine güvenmeyi adamakıllı bir türlü başaramayız. Değersizlik duygumuz ve süreklilik takıntılı garantici tavrımız zihnimizi zaptederek, bu sevginin doğal akışında huzur bulmaktan bizi alıkoyar.

Oysa rüzgarla savrulan yaprak, rüzgardan şüphe etmez. Rüzgar onu toprağa teslim ettiğinde, yaprak topraktan da çekinmez. Tıpkı ağacın dalında küçük yeşil bir filiz olarak ilk belirdiği andaki gibi, varolduğu sürecin ahengine güven duyar.

Güven, kontrol edebilme gücüyle oluşturulamaz. Ancak zihnimizi bu saplantıdan azad edebilmekle ve benliğimizi kalıplarımızdan sıyırabilmekle, aşka düşer gibi kendiliğinden, özümüzü güvende buluruz.

Üzerine düşünmeden, farkına bile varmadan, sadece huzur içinde, güvende oluruz.

5 Haziran 2007 Salı

Yalnızlık bal gibi paylaşılır, ama kimsenin ruhu duymaz

Bugün pek çok gün olduğu gibi, henüz yüzlerini bile görmediğim bir dolu insanla saatlerce telefonda konuştum. Karşılıklı mangalda kül bırakmadan, kibarlıktan kırıla kırıla ortak sorunlarımızı çözmeye çalıştık. Filanca hanımdık, falanca beydik ve her birimiz, yaşamımızın tüm anlamı sözünü ettiğimiz konuymuş gibi kendimizden emindik.

Muhtemelen içimizde pek çokları yalnızdı. Şüphesiz, birbirimize bunca poz yaparken, bunu pek aklımızdan geçirmedik. İki telefon arası gözümüzün daldığı, ya da öğle yemeğinin üzerine yaktığımız sigaranın dumanının gözümüze kaçtığı o küçük anlar dışında...

Yalnızlık sessizdir. Kuru gürültüye katıldığınız sürece, varlığını anımsatmaz. Ne zaman ki şehrin tüm cümbüşü sadece bir fon müziğine dönüşür ve söyleyecek boş lafınız kalmaz, lanetli varlığını tepeden tırnağa tüm benliğinizde hissetmeye başlarız. Çünkü böylece, aslında kim olduğunuzu hatırlarsınız. Ve yine aslında sizi kimsenin tanımadığını...

Üzerinde sıcak bir göz, beyninde sevecen bir başka görüş, bir başka ses işitmeyen herkes yalnızdır. Bunun çevredeki insan sayısıyla alakası olmaz. Hani o yüzden yazıp çizmiyor mu bunca insan internet denizinde zaten? Belki biri değer, dokunur da, haberimiz olmasa da hayalimizde bir paylaşım olasılığı yaratabiliriz diye... Piyango çıkmasını beklemekten çok, sonucu gözümüze sokulana dek umut edebileceğimiz bir gerekçe yaratmak adına loto oynamak gibi... Kendi ıssız adalarımızda içtiğimiz her şarap şişesine birer mesaj atıp, bu elektronik okyanusa sallıyoruz. Ancak mektup yazacak kimsesi olmayanlar günlük tutar.

Bizi gidi cesaret yoksunu Robinson'lar bizi...

Fazlasıyla komiğiz. Yediden yetmişe, aptalından dahisine, fakirinden zenginine, hiçbirimizin bir diğerinden farkı yok... Hepimizin ortak yanı, bir yar, bir yaren bulmak ezelden beri... Önce yar, sonra yaren elbette, usul gereği... Ama bir türlü beğenmiyoruz birbirimizi (hepimiz bulunmaz Bursa ipeklisiyiz ya...) Onun kaşı, bunun gözü, şunun sosyal statüsü, bir diğerinin eğitim düzeği derken, halimize bile sadece kendimiz üzülüyoruz.

Oysa daha kalkar kalkmaz, uyku mahmuru sokağa çıkıp yola döküldüğümüzde, gözümüz etrafta bir dilber arar. Bir halt olacağından değildir elbette... Freud bunu salt cinselliğe bağlar, bense özlemlere... Sabah sabah daha afyonum patlamadan toplu taşıma araçlarında ya da yoğun trafiğin ortasında yabancılarla seks yapmak istemem çünkü, sadece aşkı özlerim... Bir şeyler paylaşmayı arzu edebileceğim çekicilikte anlamlı bir çift göz bulmayı dilerim. Hangi yalnız dilemez ki...

Neden özellikle aşkı özleriz? Freud hergelesi bunu da cinselliğe bağlar. O zaten utanmasa burun karıştırmayı bile cinselliğe bağlar. (Muhtemelen bağlamıştır da...)

Tamam seks yapmak keyifsiz değildir, sağlıklı tüm insanlar bundan hoşlanırlar, hatta sabah sevişmek de güzeldir, ama hadiseyi bu kadar basite indirgemekle, ruhlarımıza hakaret etmiyor muyuz? Sadece kuru kuruya seks kimi kesmiş bu güne kadar? Ya da sadece cinsel paylaşımlarla mutlu olabilseydik, bu dostlarımızla geçirdiğimiz her saniyenin bir kayıp olduğu anlamına gelmez miydi?

Aşkın dostluktan en büyük farkı, önemlilik sıralamasında aldığı istisnasız liderliktir. Dostlar, aile, hepsi iyidir hoştur ama aşk bir başka kurcalar kafamızı, algımızı ayartır. Anamız babamız sağolsundur da, yar hepsinden tatlıdır. Paylaşımın en üst düzey yoğunluğunu aşkta yakalarız.

Peki ne yaparız bu aşka erişebilmek için? İşte asıl bombayı bu noktada patlatırız. Bir kere önümüze gelen yerde, yalnızlığı dramatize ederek ve yansıtmaya çalıştığımız profilimizi bununla ironik biçimde kutsamaya çalışarak, empati yakalamaya uğraşırız. Yani baştan saçmalarız. Ben de yapıyorum, bilgiç bilgiç laf ettiğime bakmayın... Burda şunları yazmakla bile aynı boku yiyorum.

İronik bir sidik yarışıdır bu; hangimiz yalnızlığı daha becerikli anlatacağız ve böylece asıl yalnız kalmaması gereken kişinin şahsımız olduğunu ispatlayacağız?

Derken kendimizi, kutsadığımız bu yalnızlık tasvirlerinin tutsağı kılarız.

Egomuz şişmiştir, kimse bizim kadar şiirsel, derin, tutkulu yaşamıyor bu yalnızlığı diye havalara gireriz. Sonra kendimize uygun hiçkimseyi bulamadığımızdan dertleniriz. Bazısı yüzeyseldir, bazısı fazla burnu kalkıktır, zaten çoğu evlidir, sahiplidir, eşcinseldir. Geriye kalanlara fakir deriz, fazla zengin deriz, pek cahil deriz, çok çirkin deriz... Bir türlü kafamıza göre birini doğru yer, zaman ve koşullarla eşleyemeyiz.

Böyle olmuyor tabii bu işler. İstemekle, olmasına uğraşmakla kurtulamıyoruz yalnızlıktan. Bir gün biri çıkıp geliyor, farkında bile olmadan paylaşır buluyoruz kendimizi onunla. Farkında bile olmadan günümüze giriyor, gecemize giriyor, düşlerimize, kanımıza giriyor. Hiç anlamadan, sorgulamadan, karar vermeden başlıyoruz onu sevmeye. Seçmeden, seçilmeden tutuluyoruz. Öğrenmeden biliyoruz.

Baktığı yere bakıyoruz, baktığımız yere bakıyor. Gördüğünü düşünüyoruz, düşündüğümüzü söylüyor. İstediğimiz için orada oluyoruz, istediği için yanımızda kalıyor. Sonrasında zaten dokunmak da, sevişmek de ibadet oluyor.

Aklımıza ne okuduğu okullar geliyor, ne aile yapısı, ne de ünvanı... Ne aldığı maaşa takıyoruz, ne de 'çocuk yapsak nasıl bakarız' diye hayıflanıyoruz... Sadece olduğu gibi, geldiği gibi, tüm doğasıyla onu çok, ama çok seviyoruz.

Bir gün biri geliyor, neyi özlediğimiz bile aklımızdan uçup gidiyor. Zaten özlemlerimiz, ancak aklımıza gelmediklerinde kaybolmazlar mı?

Yoksa bu işler yoğun trafikte bir çift göz aramakla, şişeye yardım çağrıları yazıp denize sallamakla, insan kaynakları uzmanı gibi aşka eş yerleştirmeye çalışmakla olmuyor.

Artık yalnızlıktan bahsetmemeliyim.