28 Temmuz 2007 Cumartesi

Ben bu gece bir bok yedim

Dedim ki geçen akşam Ferda’ya;
“Hani biz seninle leb demeden leblebi tozunu püskürtüyoruz ya, hani sen Emrah’la da öylesin, işte entelektüel uyum, iyi seks, medeniyet derecesi filan hep teknik meseleler… Asıl aşkı aşk yapan şey, o özel iletişim.”

Ferda hak verdi bana. Zaten iyice saçmalamıyorsam, çoğunlukla hak verir. Hani tam anlamıyla katılmadığı durumlarda bile önce hak verip, sonra neden katılmadığını dile getirir. Çok kalite kızdır, Ferda, onun gibi bolca insan olsa keşke etrafta…

“Bunun için iki şey gerekli” dedi sonra.
“Yetenek ve zaman… Karşındaki özel bir dili yakalayabilecek yetenekteyse, zamanla bu er ya da geç oluşur.”
Her seferinde o kadar sabırlı mıyız, emin değilim gerçi…

Nedir sahi aşkı aşk yapan?

Hani birini çok arzulamak, gece gündüz takıntılı biçimde onun yanında olmayı istemek, her hareketine bir isim, bir anlam yüklemek ile tanımladığımız aşkı kastetmiyorum elbette. İngilizcede bunun için özel bir kelime uydurmuşlar; “infatuation”… Bizde yok maalesef. Gerçi biz de “aşk”ı uydurmuşuz, “sevgi”den ayırarak… O belki daha hoş, en azından içerik bakımından…

Aşktan kastettiğim, hormonal sayımlara göre ömrünü ortalama üç yılda tüketmeyen, sadece hayata meydan okuyabilecek potansiyeldeki insanların deneyimleyebileceği o özel duygu… Ruhu kavrarken, bedeni tüm acizliğiyle kendine bir tür “gönüllü” tutsak kılabilen; bir dosta duyulandan çok daha yoğun ve özel olan o zaman zaman komik, zaman zaman erotik iletişim biçimi… Dünya üzerinde olup olabilecek en samimi, en dolaysız etkileşim… Karşılıklı kompleksleri, zaafları bile eğlence unsuruna dönüştürebilecek ileri düzeydeki barış seviyesi…

“Aşk” kelimesini bunun için kullanamazsam, başka hiçbir şey için kullanamam…

İçinde samimiyet olmayan bir şeye “aşk” demek kadar büyük pek az gaflet olsa gerek… İşin dilbilimci tarafı beni ilgilendirmiyor, ben kendi sezgilerimin yardımıyla konuşuyorum –ki aslında dil, sezgilerle algılanmak üzere icat edilmiş olmasına rağmen, onları kalıplara sıkıştıran da yine bizleriz – ve haliyle tamamen kişisel ilham dünyamdan referans aldığımı belirtmek isterim.

Geçen Cumartesi biriyle tanıştım. Gözleri merak dolu, şaşırtıcı derecede iyi niyetli ve özünde çok masum biriyle… Onu çok arzuladım. Sadece bedenini değil, gözlerinde asla inkâr edemeyeceğim biçimde parlayan o acıtıcı iyi niyetini arzuladım. Bana ister istemez yönelttiği ve anlamlandıramadığı korkusunun üstesinden gelirkenki bilinçsiz cesaretini kıskandım.

Tam bir geri zekâlıyım. Bu gece kafasını çok karıştırdım ve onu kendimden alabildiğine uzaklaştırdım. Kendimi ona layık mı bulmuyorum, yoksa onu hastalıklı aşk anlayışımdan mı koruyorum, bilmiyorum.

Dedim ki ona;
“Lütfen, sev beni!”

Böyle bir şey söylenir mi ki kimseye?

Haliyle direk alkol oranımı sorguladı ve haliyle ben de direk sinirlendim. Alkol oranımı sorgulaması değildi elbette sinirlendiğim, beni ancak böyle tolare edebileceği bir cümle kurmuş olmama sinirlendim. Kendime kızdım yani…

Yoksa kim olsa alkolde arardı sebebini… Neden biri “lütfen, sev beni” gibi anlamsız bir cümle kurar ki yeni tanıştığı flörtüne? Sabaha kadar ağlasam, yine iflah olmam.

“Ezberleme sevemem ki seni, böyle bir talebi nasıl değerlendirebilirim?” dedi…
“Beni eve bırak, lütfen” dedim.

Belki sandı ki, ben ona “beni sev” dediğimde, beni seviverecek… Belki de sandı ki, ben ona “beni sev” dediğimde sevemezse, hayata ihanet edecek… Muhtemelen sandı ki, ben ona “beni sev” dediğimde benim iznim olmadan kimseyi sevdiğini söyleyemeyecek…

İyi ki ona “Lütfen, âşık ol bana!” demedim.

Zaten bunu söyleyemezdim. Sevgi, dilenilmesi ekmek kadar hoş görülebilir bir olguyken; aşk dilenmek en iffetli kadını bile bir anda orospu kılabilecek miktarda laneti bünyesinde barındırır.

Aslında temsil etmeye çalıştığım değerleri taşıyan bir kadına âşık olmasını ve bu yolla onu manipüle edebilme yeteneğimi konuşturmayı tercih etseydim, muhtemelen şu an Boğaz Köprüsünün üzerinde “Gelmiş geçmiş tüm seçimlerimden ben sorumluyum!” diye bağırıyor olurdu. Ama ben zaaflarımla, üzerlerine sayfalarca ahkâm kesebileceğim doğrularımın yaşamımdaki tüm zavallı ve yetersiz izdüşümleriyle, sonsuza dek arkasında duracağım bütün korkularımla ona kendimi sunmak istiyordum.
“Ne kadar dönersem döneyim, kıçım daima arkamda, sevgilim!” demek istiyordum…

Beceremediğimiz nokta da bu zaten… Kendimizde yüzleşemediğimiz zayıflıklar yüzünden, başkasının zayıflıklarından öcü gibi korkuyoruz. Sanıyoruz ki; “Ben kendi derdimi yüklenemezken, başkasının sorunları beni kim bilir nasıl göçertir…”

Bazılarımız da tam tersi; “Ben bu kendime ait olmayan ağır yükün üstesinden gelebilirsem, kendi sorunlarımı havada karada hallederim” diyebiliyorlar gerçi… Yine de o da direk kendilerine odaklı bir menfaatin umudu oluyor.

Aşkın bendeki kelime anlamı pek ağır… İstiyorum ki daha bismillah, ilk market alış-verişimize çıkmadan kimse “ayrılınca dost kalalım mı, şekerim?” demesin. İstiyorum ki, hangi aşamada olursak olalım, kimse aşkın sonuna dair olumlu ya da olumsuz bir cümle sarf etmesin. İstiyorum ki, yıldızlar olsun, sonra gün doğsun, derken olması gerektiği için olması gereken her şey olsun, ama kimse bunlar hakkında kesin hüküm vermesin…

İstiyorum istemesine de, adama “beni sev” demeden de duramıyorum. Gerçi “sev” geniş zaman kipi… Ama bu daha da ürkütücü olsa gerek…

Niye ona “beni sev” dedim ki?

- İlk olarak, diyebilmem bile büyük başarı aslına bakılırsa, fakat o bunu doğal olarak bilmiyor…
- Sonra, serde güvensizlik var… “Ya seviyormuş gibi görünürken beni sevmezse?” diyorum… (Sanki “olur severim” dese bir halt olacak…)
- Bir de itiraf edemediğim kaygılar söz konusu: “Ya, bir şey var, hani her şey yolunda, görmesine tüm şeffaflığıyla görüyorsun, dokunmasına dokunuyorsun da arada strech film var sanki hiçbir şey tam olmuyor” psikolojisi...

Tabii tam tersi olarak, ağzımdan çıkanın kulağım tarafından fena halde azarlandığı unsurlar da mevcut…

— Manyak mısın kadın sen? Ne zavallı bir laf bu! Şu ana kadar adamın gözünde yüz üzerinden yüz bin puan sahibiydin, karizma bu kadar mı acımasızca çizilir? “Lütfen sev beni”ymiş… Bir de üşümüş yavru köpek bakışı atsaydın bari… Havla hatta…

İnsan bazen sıkı saçmalayabiliyor.

Yine de neden “Lütfen, beni sev” diyebiliyoruz? Böylesine zayıflık göstergesi bir arzunun dile (alkollü ya da alkolsüz) gelebilmesi nasıl mümkün oluyor? (Kardeşimin nişanlısı da kardeşime sık sık sarf ediyormuş aynı cümleyi. Ucube olmadığım sonucuna da oradan varıyorum.)

Kötü niyetli değiliz aslında. Belki çocukluğumuz boyunca gözlerimizden fışkıran sessiz sözcükleri kusuyoruz, artık hak kazandığımıza ikna olduğumuz, geç kalmış o masum şımarıklığımızla… Belki korkaklığımıza hesap soruyoruz… Belki de ilk kez reddedilmeyi göze alıyoruz.

Belli ki bir yerlerde sevilebilir olduğumuzdan şüphe de ediyoruz. Hem bu hatırı sayılır türden bir şüphe… Vaktinde kendimizi çatır çatır sorgulamış, yargılamış ve cezalandırmışız. Henüz hala hüküm altındayız. Ah bu kompleksler…

Yok yok, kötü niyetli değiliz. Her önümüze gelene sarf etmiyoruz ki bu cümleyi! Tamam, Kaf dağının ardından Anka tüyü getirdi diye de seçmiyoruz o kimseyi, ama bu bir tür içgüdü nihayetinde… Özel bir tarafı oluyor iletişimin ki, yüz buluyoruz.

Yine de iyi ki “Lütfen, âşık ol bana” demedim ona…

Peki, biri bana “Lütfen, sev beni!” dese kıçım kalkar mıydı? Hani doğruya doğru, ne hissederdim?

Cevap veriyorum; biraz kalkardı. Tamam, elbette ki bunu söyleyen kişinin bunu benden mi yoksa sevilmeyi dile dökecek kadar arzuladığı için herhangi birinden mi beklediği konusunda şüpheye düşebilirdim. Ama nihayetinde bu dile gelme hali “benim” karşımda oluşan bir cesaretten kaynaklandığı için onur da duyardım.

Peki, karşımdakine ne yanıt verirdim?

Sanırım benim de kendisinden hoşlandığım biri olsa şöyle derdim:
“Lütfen, sen de seni Allah’ına kadar sevebilmeme izin ver!”

Bu çok önemli… Biri sevse diğeri izin veriyor mu ki? Talep edilmesine ne bakıyorsunuz? Mümkün olsa, kişi ekstra yardım istemez zaten…

Birkaç saat öncesiydi. Dedim ki ben bu adama:
“Kalbim, bir insanın alabileceği en büyük hasarlardan birini aldı, ama bu aşka olan inancımı hiç olmadığı kadar güçlendirdi. Ben sonsuz aşkın var olabileceği teorisini savunuyorum. Bence bu o sözünü ettiğim özel iletişimle alakalı…”

O da kırıla döküle dedi ki bana:
“Ya tabii, ben de buna inanmak isterim, ama iki insan geçmişte pek çok paylaşımda bulunmuşsa ve artık birbirini yeteri kadar arzulamıyorsa, her şeye rağmen arkadaş olmamaları için bir neden yok…”

Ben de dedim ki ona:
“Bir insan diğeri yanında yokken bile, o ortamda onunla olsa birlikte neleri gözlemleyebileceklerini, neyin üzerine ne geyik çevirebileceklerini, nelere gülebileceklerini biliyorsa, o insana bayılır. Değil ki bir de bu insanla sevişmek ona hangi cinsiyete mensup olduğunu yoğun biçimde hissettirebiliyorsa, o insana âşık olunur. Böylesi bir aşk da, iki hormona, üç seneye kurban gitmez, en fazla arada bir birbirlerini değil, seksi arzulamadıkları için arada sevişmezler.”

O tabii bana şöyle dedi:
“Tamam, canım, olsa ne güzel olur, ama olmasa da arkadaşlık bozulmamalı.”

Ben çaresiz:
“Elbette, bozulması çok samimiyetsiz olur” dedim.

“Bu arada, ben kadınları akıllı, kavrayış yeteneğine hâkim, incelik sahibi, birikimli oldukları sürece çekici bulurum. Senin güzel olman burada ayrı bir şey. Yani şikâyetçiyim diye söylemiyorum, ama şart değildi hani…” dedi.

Elbette ki bu cümleden sonra onun kollarına “Lütfen beni sev” diye atlamadım, o kadar da hor görmeyin beni! Yine de konu buralardan dönüp dolaştığı için, adamcağızı nasıl ürkütmüş olabileceğimi tahmin etmelisiniz diye tüm bunları anlattım. Hani Sezar’ın hakkı da Sezar’a…

Ne kadar karizmatik başlayan bloğum, şu an ne hale geldi… İşte ilişkilerim de böyle oluyor sanırım. Biraz fazla “iyi” bir tablo çiziyorum ve kendime dair sıradan insan zaaflarını içeren bir açı sunduğumda, karşımdakini peri masalından buz kovasıyla uyandırıyorum.

Böyle anti-kahraman bir üslup çok daha iyi… Belki sayesinde sosyal ilişkilerimi de daha sağlıklı hale getirebilirim… Zaten ne demişti Necip, dur:
“Sen pop-saykoloci yapıyorsun” demişti… Bu adam da “öznel idealistsin” diyor. Bunlar kendime yakıştıramadığım tabirler…

Yine de ben adama iyi ki “Lütfen, bana âşık ol!” dememişim…