2 Aralık 2009 Çarşamba

Ceviz




"En sonunda yazan, yöneten, kurgulayan, görüntüleyen,
oynayan, yapımcı ve seyirci de olabilirim. Yani tek
başıma da izlemek zorunda kalabilirim filmlerimi..."

Alp Zeki HEPER


Düşlere sahip olmak bizi kahraman yapmaz. Her şeye rağmen düşlerimizin peşini bırakmadığımızda kahramanlık onuruna erişiriz. Ahmet Abi benim dünya gözüyle tanıdığım en güçlü kahramandı.

2004 Siyad Ödül töreni günü, odama zıplayarak girmişti.
“Ahmet Abi, n’apıyosun?” diye atıldım tabii, tek başına yürümesi bile çok güçtü.
“N’apıcak mışım? Öldü mü sandın beni? Bak, dans bile edebiliyorum!” dedi ve gücü elverdiğince ayaklarını yere vurdu.

Ahmet Uluçay’dan ilk kez, lisedeyken, TRT’de izlediğim bir sanat programında haberdar olmuştum. O sıralar sinemacı olmaya yeni yeni hevesleniyordum. Tahtadan film makinesini dahi göstermişti program, ilham almamak imkansızdı. Yıllar sonra 2. Antalya Kısa Film Festivali günlerinde, kendisiyle bizzat da tanıştım.

O yıl, İnci Denizin Dibinde filmiyle, yarışma adayları arasındaydı. Katalogda adını görünce, birlikte takıldığım diğer öğrencilere ondan bahsettim.
“Ben duymuştum” dedi biri.
Taylan’dı galiba. Böyle şeyleri bilmese, en çok o eksik kalır. Öykü diğerlerinin de ilgisini çekince, hep beraber Ahmet Abi’yi bulmaya karar verdik.

Elli- altmış metre uzağımda, meydanın ortasında, tek başına duruyordu. Üzerinde kendisine nispeten küçük gelen, kolları yamalı, kahverengi bir ceket vardı. Yüzü bana dönüktü ama gözlerini zeminde bir yere sabitlemiş, dalıp gitmişti. Arkamdan biri,
“İşte orda!” dedi.
Hep beraber yanına gidip, kendimizi tanıttık. Yalnız olduğunu anlar anlamaz, Taylan,
“Sen bundan sonra bizle takıl, abi!” dedi.
Ahmet Abi şaşkındı. Halimize yarı mahcup gülmüştü.

Gündüzleri bazen Sevin Hanım’da yanımıza geliyordu, hava hep güzeldi, keyfimize diyecek yoktu. Ahmet Abi pek konuşmuyordu gerçi, ama sohbetlerimizi daima ilgiyle dinliyordu. Akşamları onu peşimizden barlara filan da sürüklüyorduk. Taylan, utangaçlığı kırılsın diye zorla rakı ısmarlıyordu Ahmet Abi’ye. Ben ise ikide bir,
“Ulan oğlum, yapma! O da bize ısmarlamak isteyecek, parası yoktur belki, utandırma adamı!” diye durumu kontrol etmeye çalışıyordum. Allahtan Taylan,
“Hayatta olmaz, abi! Ölümü öp!” muhabbetini oldum olası iyi kıvırır.

O yılki ödül konuşmasını izlerken, karşımda gördüğüm adamın gücünden çok etkilendim. Sahte alçakgönüllülükleriyle Ahmet Abi’ye sanki özürlü olimpiyatlarını kazanmış biri gibi davranan sözde sanat büyükleri midemi bulandırıyordu tabii, o ayrı. Ahmet Abi ise bir yandan çatlayan sesini ve gözyaşlarını kontrol etmeye çalışıyor, diğer yandan,
“Bu ödül karımındır” diyordu.
“İnsanlar bana gülerken, erkek olarak evime doğru düzgün bakamazken, o hep benim yanımda durdu. Ben film yapıcam diye tutturmuşken, o aç kalmayalım diye gidip tarlayı sürdü. Bu ödül onun hakkıdır.”
Sinemaya öylesine aşıktı ki, biraz da kadınını aldatan bir adamın suçluluğuyla, bütün ödüllerini karısına adardı.

Boğazım en çok, o anı karısı ya da zorlu yolculuğu sırasında kendisine inanan bir dostu ile paylaşamıyor oluşuna düğümleniyordu. Buraya gelmek için kendisine ancak bütçe ayırabildiği belliydi. Sahneye çıkıp boynuna sarılmamayı, sırf onu utandırmamak adına başarabildim. Yoksa, o anı filmlerde gördükleri herhangi bir ajitasyon sahnesiyle eşdeğer algılayan bir avuç entel kırmasına rezil olmaktan çekinmezdim. Ahmet Abi başkaydı, içten adamdı. Yıllar sonra SİYAD ödül töreninde, Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filmiyle aldığı bilmem kaçıncı ödülünü yine karısına adarken, başı daha dikti. Davasını ispatlamıştı. Kim fark ediyordu, kim etmiyordu bilemem ama, Ahmet Abi o hasta haliyle kürsüde, zafer kazanmış bir kral kadar keyifli konuşuyordu. Bunu fark edebildiğim için bile şanslıyım.

Törenden çıktığımızda, bizim ekip önden barın yolunu tutmuştu. Ahmet Abi’nin koluna girdim ve ağır ağır yürümeye başladık. Yorgun olduğu çok belliydi, yine de hala dinlenmeye niyetli görünmüyordu. Daha ziyade, her zamanki gibi beni köyde, kızı olarak yaşamaya ikna etmeye uğraşıyordu. Sohbetin bir yerinde,
“Ahmet Abi, sana çok merak ettiğim bir şey sormak istiyorum” diye lafı böldüm.
“Sor, sor!” dedi.
“Biz yıllarca ‘para pul yok’ diye inledik, sürekli ‘ah fırsat olsa’ dedik ama bir halt beceremedik. Sen bu inadı, bu istikrarı, bu gücü nerden buluyorsun?”
Çevirdi kafasını bana, tatlı tatlı güldü önce.
“Çek, kurtul, Seda! Çek, kurtul!” dedi.
“Ben çekemeseydim, cehennem azabından kurtulamayacaktım. Ruhumu azat etmek için çektim.”
Aldığım cevabı o an tam kavrayamamışım aslında. Bunu şimdi daha iyi anlıyorum.

Biz hepimiz kentli egolara sahibiz. Başarılı olmayı düşlerimize değil, edindiğimiz sosyal ve ekonomik takdire göre değerlendiriyoruz. Üstelik bunu, hala düş kurabildiğimizi iddia ederek, söylediğimiz yalana kendimizi de inandırarak, ahlaksızca yapıyoruz. Biz çekip, kurtulmanın anlamını kavrayamayız. Çünkü hırslarımız inanca göre değil, ihtiyaca göre şekilleniyor. İhtiyaçlar koşullara göre nitelik ve nicelik değiştirebilir, fakat inanç sabittir.

Yine kendisinden dinlemiştim, ilk aldıkları kameranın kayıt mekanizması bozukmuş. Bunlar da kaydedici özelliği olan bir VHS oynatıcı bulmuş, ikisini birbirine bağlamışlar.
“İç çekimlerde sorun yoktu tabii ama, dışarı çıkınca elektrik lazımdı, biz de ona göre jenaratör imal ettik” demişti.
Aşkları mucit kılmış adamları, hangimizde var bu iman? Hangimizde köyün gerçek delisi olabilme cesareti var? Biz çekip kurtulamayız. Çünkü derdimiz yaratmak değil, yaratının ganimetlerine erişmek.

Eminim pek çokları Ahmet Abi’nin,
“Ben köylü yönetmen değilim, köyde yaşayan yönetmenim” sözlerini bir tür köylü olmayı kendine yedirememek, özünü inkar etmek gibi algıladı. Belki de sırf bu yüzden sempati duyduğu bu adam hakkında düş kırıklığı yaşadı. Çünkü genel bakış açısına göre Ahmet Abi’nin köy kökenli oluşu, yönetmen oluşundan daha ayırt edici bir özellikti. Bu yüzden ne demek istediği anlaşılmadı.

Ahmet Abi köyde yaşıyordu. Köy onun kimliğinin bir parçası değil, yaşadığı ve yaşamaktan mutlu olduğu yerdi. O bir yönetmendi, kimliği buydu. Meslek olarak da ağır işçilik yapıyordu. Derdi asla para pul, şan şöhret olmadı. Sadece insanların ona inanmasını istiyordu.

Bir gün ofiste sohbet ederken, Serkan,
“Çok meşhur oldun abi sen, dünya tanıyor seni” dediğinde, bize babasıyla ilgili bir anısını anlatmıştı.
Pek çok yerde yazılıp çizildiği gibi, Ahmet Abi’nin babası onun bu sinema sevdasını hiç ciddiye almazmış. Bir gün baba yine oğlunun ipe sapa gelmezliğinden, bir baltaya sap olamamasından yakınırken, Ahmet Abi,
“Baba, artık rejisör oldum, bana ödül bile veriyorlar, hala niye böyle konuşuyorsun?” diye sormuş.
Babası önce kendi kendine homurdanmış, sonra,
“Ben anlamam ödülden mödülden! Senin filminde bir Hülya Koçyiğit oynuyor mu? Bir Cüneyt Arkın oynuyor mu? Sen önce ondan haber ver!” demiş.
Bunu anlattıktan sonra güldü tabii bizimle beraber, ama yüzünden bir bulut da geçmedi diyemem.

O gece ıslak İstiklal Caddesi üzerinde kol kola yürürken bir şey daha söylemişti bana.
“Seda, tek bir dileğim kaldı. Sadece ölmeden önce bir film daha yapmak istiyorum.”
Ölüm haberini aldığımdan beri en çok bu takılıyor kafama.

Mesleğiniz çocukluk hayalinizse, hala düş kurabildiğiniz sürece asla başarılı bir profesyonel olamazsınız. Ben olamadım. Ahmet Abi ise buna kalkışmadı bile. Yoksa reklam ajansını bulup,
“Şu Lay’s Teyze’li reklamları ben yönetmek istiyorum” dese, eminim yöneticiler bu PR fırsatını kaçırmazdı.

Neticede Ahmet Abi bu işin profesyoneli değil, savaşçısıydı. O yel değirmenlerine meydan okudu, ama değirmenin ardındaki gerçek devi yenmeyi başardı. Biz göremedik bu devi tabii. Koca koca egolarımız yüzünden yel değirmenine mi, deve mi bakıyoruz anlayamadık. Bize göre çekeceği film sadece güzel olabilirdi. Sadece güzel bir filmin kime ne faydası var ki? Ahmet Abi son filmini bu yüzden tamamlayamadı.

Belki zırhı tencere tava, bedeni yorgun, mızrağı süpürge sopasıydı ama, Ahmet Uluçay benim tanıdığım en gerçek kahramandı.

Toprağın bol olsun, Abi.

7 Kasım 2009 Cumartesi

Kurumsal Kirlilik

"I'm feelin' tragic like I'm Marlon Brando
When I look at my China Girl"
-David Bowie / Iggy Pop (1983)-


Durgunum bir süredir. Nasıl bir süreç yaşadığımı bilmiyorum, ama değişiyorum. Algım ve değer yargılarım farklılaştıkça, kişisel tarihimin keskin dönemeçleri de törpüleniyor. Geçmiş, ana ait geçirgenliğini kaybediyor. Buraya geldiğimi hatırlıyorum. Gerisinden emin değilim. Kendimi yeni baştan tanımlamaya ihtiyacım var sanki.

Eskisi gibi heyecanlanamıyorum. Gerçi heyecanlanmak istiyor muyum, ondan da emin değilim. Daha ziyade, rahat bırakılmak istiyorum sanırım. Etrafta birileri olabilir, hatta belki güzel bile olur. Ama bir şey istemesinler benden. Başlarının çaresine bakabilsinler. Onlarla ilgilenmiyorum diye sıkılıp, kendilerini reddedilmiş hissetmesinler. Vicdanım burulmasın. Çocuk da değil ki hiçbiri…

Markete gittim geçende. Son birkaç aydır pek dışarı çıkmıyorum, ama acıkmıştım, evde bir şey yoktu, kahve de bitmişti, çıktım öyle. Mahalleli alışık, her zamanki gibi saçım başım bir yandaydı. Kıçımda Serkan’ın verdiği doktor üniforması (çok rahat oluyorlar), üzerimde ağzı gözü bir tarafa kaymış, çizgili hırkam, zaten belim ağrıyor, zaten küfür etmeye yer arıyorum, ne demeye kendimde sosyalleşebilecek enerjiyi bulduysam…

Yoğurtların bulunduğu dolaba uzandım. Kapağın vantuzu fazla yapışmıştı. Haliyle asıldım kola ve kapıyla beraber, bir paket hindi kuşbaşı burnuma dayandı.
“Bunlar tavada pişer mi, sizce?”

Bana bakmıyordu. Az önce burnuma dayadığı pakete bakıp, üzerinde bir tür vahiy arıyordu.
“Bunun gibi etler çok yaptım tavada, ama bu da olur mu, emin olamadım.”
Gözlüklüydü ve konsantrasyonundaki adanmışlığa bakılırsa, miyoptu.
“Tam olarak ne yapmak istiyorsunuz?” diye sordum.
“Bilmem. Hep aynı şeyleri yiyorum.”
Kafası karışıktı. Yani etler yüzünden olup olmadığından emin değildim tabii, ama kafası fena halde karışık bir adamdı.
“Ben yine bildiğim etlerden yapayım en iyisi.”
Arkasından geçen yaşlı ve anaç bir gülümsemeyle göz göze geldim. Kadının dudaklarında muzip bir kıvrım vardı. Önce adamı, bana özellikle gösterdiği kinayeli bir bakışla süzdü, ardından gözlerimden onay bekledi. Güldüm. Kadın da güldü.

Hindi kuşbaşıyı rafa koyup, yanından tavuk fileto almıştı.
“Bunları gayet iyi pişirebiliyorum.”
İri burnu ve kulaklarıyla, Yahudileri andırıyordu. Otuz beş - kırk yaşlarında olmalıydı. Kafasını kaldırdı ve bana bakarak, güldü. Çocukken parmak emmiş olabilirdi, dişleri de yamuktu.
“İsterseniz size çok kolay ve değişik bir tarif verebilirim” dedim.
“Yok, ben hiç anlamam yemek yapmaktan. Öyle tavada kızartıyorum bunları, yiyorum” dedi.
Sarsak bir sevimliliği vardı. Bir an için bunun bir tür numara, bir kız düşürme taktiği olabileceğinden kuşkulandım.
“Makarna bile yapamaz mısınız?”
Sonra nasıl göründüğüm aklıma geldi ve bu cin fikrimden vazgeçtim.
“Denedim birkaç kez, ama her seferinde tencereyi çöpe dökmek zorunda kaldım.”
Bir insan makarna dahi yapamayacak kadar beceriksiz olabilir miydi? Yoğurt devrilmesin diye kenara çektiğim pirinç paketine bakarak,
“Mesela bayılırım pilava, ama rüyamda bile pişiremem” dedi.
Güldüm. Kahve reyonuna yönelirken ona şans diledim.

Kasaya yaklaştığımda, cipslerin önünde yine ona rastladım. Belli ki, benden bile kötü besleniyordu. Belki de hiç evlenmemiş ve bunca yıldır kendisine el üstünde bakmış olan annesini henüz kaybetmişti. Arkasından geçerken ister istemez,
“Yahu olmaz böyle cipsle filan, anneniz gelip öğretse size yemek yapmayı biraz?” deyiverdim.
Hafifçe irkilerek döndü ve sırıttı.
“Annem İzmir’de, gelemiyor pek.”
“E, evlenin bari…”
“Boşandım üç yıl önce.”
Gözleri fazladan parlamıştı. Bunu bana söyleyebildiği için pek memnundu. Durumu ancak o zaman kavradım. Ya, “İşte ben bu halde, süpermarkette dolanırken bile dikkat çekebilen bir kadınım” diye böbürlenecek, ya da “Kızım iyice saldın kendini, şu hale bak, daha makarna yapmaktan aciz adamlar yanaşıyor artık sadece sana” diyecektim, ama özünde şaka maka flört etmiştim.

Sıraya ardımdan girdi. Sonraki diyaloglarımızda kibar, fakat temkinliydim. Kaçar gibi olmasa da, işim biter bitmez iyi günler dileyip, oyalanmadan çıktım. Arkamdan gelmesini beklemiyordum. O kadar cesur görünmüyordu. Belimin ağrısını yeniden hissettim ve bir süredir ağrımın farkında olmadığımı anlayıp, gülümsedim.

Tam sokağıma dönecekken, arkamdan,
“Pardon!” diye seslendi.
Koşar adım bana doğru geliyordu. Nefes nefeseydi.
“Pardon, şimdi tuhaf oldu, biliyorum da… Ben diyecektim ki yakınız ya… Ben şu sokağın ilerisinde oturuyorum… Hani yapmam böyle genelde ama… Belki acil durumlar için… Yani sadece acil bir durum olursa arasam sizi…”
Gülmeye başladım. Öyle dalga geçer gibi değil tabii, ama düpedüz gülüyordum. Nasıl bir acil durumdan bahsediyordu ki?
“Acil olarak makarna yapmayı öğrenmem gerekiyor! Ölüm kalım meselesi! Derhal yetişin!”
O da güldü.
“Böyle komik oldu tabii. Ben aslında telefonunuzu verir miydiniz? …”
Numarayı verdim. Market kapısında çevirip sorsa vermezdim. Ama belli ki bana yetişmek için koşmuştu. Biri ardımdan koşmayalı uzun zaman oldu.

İzmirliymiş. Yedi yaşında, nasıl iletişim kuracağını pek bilemediği bir oğlu vardı. Eski karısıyla ne zaman biraz ciddi konuşsalar, kadın köşe yazısında olan biten her şeyi yazıyormuş. (Şimdi de ben yazıyorum, adamın kaderine bak…) Sık sık, boşandıktan sonra işi dahil, her şeyi kadına bıraktığından ve sıfırdan başlamak zorunda kaldığından dem vuruyor, sonra da “pişman değilim aslında” diyordu. Belli ki bu durum içine oturmuştu ve haksızlığa uğramışlık duygusunu olgunlukla terbiye etmeye çalışıyordu.

Birbirimizle alakamız bile yoktu, ama beni çok güldürüyordu. Aklı kıpır kıpırdı. Balıkesir civarlarında köy evi almaktan bahsederken, birden Casablanca filminde herkesin Sam’e köpek çekmesine nasıl uyuz olduğunu anlatmaya başlayabiliyordu. Çakmağımın ateş ayarını yapıyor, sonra yan masadaki koca kafalı heriflere takıyor, ardından geçen hafta almak istediği montu tarif ediyordu. Konuşurken yüzüme çok az bakıyordu ve kendince ciddi konulardan bahsederken de, fıkra dinler gibi gülmeme kızıyordu.

Açıkça benden hoşlandığını ve gelip geçici bir ilişki yaşamayı planlamadığını söyledi. Ben de açıkça ona bu konuda herhangi bir söz vermek istemediğimi, ama kendisini tanımanın eğlenceli olduğunu söyledim.
“Bir insanı tanımadan, onu arzulayıp arzulamayacağıma karar veremiyorum. Arzulamadığım biriyle de ilişki yaşamak istemiyorum. Önce seni tanımam gerek, şu an sağlıklı cevap veremem” dedim.
“Arkadaş olsak da olur, zorunlu hissetme kendini hiçbir şeye” dedi.
Ne güzel demişti.

Şu “bir kadın bir erkekle yatmak isteyip istemediğine ilk bilmem kaçıncı saniyede karar verir” geyiği bende hiç çalışmadı. Ferda’da da çalışmaz mesela. Tamam, görür görmez “yavruya bak” dediğim erkekler olmuştur, olmadı demiyorum, ama hiçbirine aşık olmadım. Aşık olduklarımın hiçbirini de ilk gördüğümde çekici bulmamıştım. Orası tesadüf tabii.

Eskiden çapkın bir kızdım aslında. Aşık olmadığımda da, heyecanlanabiliyordum. Şimdi ise yıllanmış bir eroinman gibi, dozaja yüklenmeden hiçbir etki hissedemiyorum. Aşksız seks bana sağlık koşusu yapmak kadar anlamsız geliyor. Kimse kovalamıyorken neden koşayım ki?

Olgunluk, erdem, ağırbaşlılık gibi şeylerin insana aynı zamanda hep bir tür kasvet de getirdiğini düşünmüşümdür. Yoksa olgunlaşıyor muyum? Yok canım, böyle şeyleri aklıma sokmamalıyım. Aslında biraz kilo da aldım son zamanlarda. Teyzeye mi dönüşüyorum yoksa? Fazla yalnız kaldım, onun yan etkileri bunlar belki de. Bekaretini özel birine saklayıp, karşısına adam gibi kimse çıkmayınca “ulan bunca yıl boşuna mı sakladım” diyerek iyice armudun çöpüne, üzümün sapına bağlayan kızlara dönmüş olabilir miyim? İyi de, insan herhangi bir açlık hissetmiyorken neden duble İskender ısmarlasın ki?

Bana yakın oturduğu için buluşma yerlerimiz de yürüme mesafesindeydi ve bu faktör bir yere gitmeye üşenme katsayımı büyük oranda düşürüyordu. Bir süre oldukça eğlendik, ama fazla bekleyemedi. Birkaç günün sonunda “e, hadi ver artık kararını” baskısına başladı. Erkekler onlarla yatıp yatmayacağımızı anlamaya çalışırken ne kadar çaresiz ve acıklı göründüklerini biliyorlar mı acaba?

Teknosa’dan aradılar bir akşamüstü. Bana printer almış, gidip teslim almalıymışım. Çok sinirlendim. Yanına vardığımda verip veriştirmeye o dakikada başlıyordum ki, sözümü kesip lafa girişti.
“Sinirlenmene hiç gerek yok. Bana borçlu değilsin. Senden bir şey beklemiyorum. Mesleğin için gerekli bu alet.” filan falan…
Israr ediyordu.
“Kesinlikle herhangi bir karşılık beklemiyorum.”
Bir kadının, kendisini çekici bulan bir erkekten hediye kabul etmesi, her zaman için son derece riskli bir harekettir. Çünkü hiç beklemediğiniz bir anda kendinizi, soyut ya da somut, ağır bir hakaret enkazı altında bulabilirsiniz.

Medeni ilişkilerde cinsel içerikli eylemlerin karar önceliği size sunulduğundan, adalet duygunuzda anlamsız çelişkiler yaşayabiliyorsunuz. Cinsel doğanızı sürekli bir ödül-ceza dinamiğinde deneyimlemeye zorlandığınız için, karşı cinsle her türlü menfaatin dışında, saf bir dostluk kurabilme olasılığınız oldukça düşük. Bu hastalıklı, fodul yaklaşımı siz reddetseniz de, toplumsal kodlar sizi bu durumdan bir türlü azat etmiyor.

Tabii ki bir karşılık bekliyordu ve elbette bu beni doğrudan yatağa atmak için yapılmış ucuz bir yatırım değildi. Sadece almak istediği cevabı bir an önce vermem için bana banttan, pasif agresif, manevi bir baskı uyguluyordu. Muhtemelen ne yaptığının farkında değildi gerçi. Ertesi akşam dayanamayarak konuyu açtı.

Ne hissediyordum ona karşı? Artık bir karar vermeli ve onu kararımdan haberdar etmeliydim. Genç bir adam değildi. Bir an önce düzgün bir ilişki kurmak ve hayatına buna göre yön çizmek hakkıydı. Onu oyalamamalıydım. Filan falan… Kısacası:
“Sevgilim olmayacaksan, dükkanın önünü kapatma” diyordu.

Eni konu bir haftadır tanıdığım bir adamın beni kendisini oyalamakla itham etmesi biraz gülünçtü tabii. Allah aşkına, sonuçta civciv mi, yoksa kuş çıkacağının ne önemi vardı? Zaten çok eğlenmiyor muyduk? Erkekler neden kendilerini reddedilmiş hissetmeye bu kadar meraklılar? Neden kumar bağımlıları gibi sürekli kaybetmek için, kaybedecekleri şekilde oynarlar? Saçma sorular bunlar aslında.

Arzusuz seks yapmak, benim için kendimi tavuk gibi hissetmekle eşdeğer. Kanatlara sahipsin, fakat uçman mümkün değil. Diğer kuşlar arasında penguenin bile bir coğrafyası, bir gizemi var, itibar görüyor, sende o da yok. Bütün gün bok yiyerek, ayak altında dolanıp duruyorsun. Üstelik ne yediğinden anlıyorsun, ne doyduğundan. Ne anladım ben bu varoluş biçiminden şimdi?

Öpüşmenin yalnızca sevişme başlatıcı bir prosedür olarak algılanmasından da rahatsızımdır, oldum olası.

Haliyle, o tiradın ardından apar topar eve döndüm tabii o gece. Açtım biramı, düşündüm. Aslında o ana kadar fena gitmiyordu hiçbir şey. Ama bu tavrı fazlasıyla iticiydi. Gidiyor olmama da bozulmuştu zaten –ki tirattan önce söylemiştim gitmem gerektiğini.
“Neden?” diye sormuştu,
“Yalnız kalmam lazım” dedim.
“Ben sana ilişmem” dedi,
“Aynı şey olmuyor” dedim.
Erkeklerin büyük çoğunluğu, bir kadının da yalnız kalmaya ihtiyacı olduğunu, hatta bunu sevdiğini kabul etmekte epeyce zorlanır. Onlara göre kadın, ağda yaptığı ya da tuvalette olduğu zamanların dışında, yalnız kalmaya asla tahammül edemeyen bir varlıktır. Böyle bir şey yok tabii.

Ertesi gün birkaç kısa mesajlaşmayla geçti. Sonraki gün şöyle bir mesaj aldım:
“Rahat ol bebek… benden hoşlanmadığını biliyorum. Ama yine de benim için önemli bir zaman dilimine imza attın”
Bebek mebek, film orada kopmuştu zaten.

Olmuyor. Ben bu şehirli aşklara ayak uyduramıyorum. Ruhlarına prezervatif geçirip, düzenli aralıklarla seks yapmayı ilişkiden sayan insanlardan birine dönüşemiyorum. Bu yüzden beni mürebbiye ruhlu sanıyorlar. Mürebbiye ruhlu olmadığım için onları affedebiliyorum.

Bir gün bu gezegendeki görevimi tamamlayamasam da, en azından bana ayrılan sürenin sonuna geleceğim, bundan eminim. Sonra sana dönüp, diyeceğim ki;
“Sabahı ettik resmen, ezan okunuyor, uyumak lazım artık. İstersen burada, kanepede yatabilirsin. İstersen gel, benimle uyu.”
Yarım yamalak gülümseyip gözlerini benden kaçıracaksın. Asıl gülüşünü kaderimde hissedeceğim.
“Seninle uyumak isterim. Ama yanında uyursam, sana sarılırım.”
“Gel, sarıl!” diyeceğim sana.
Gelip sarılacaksın. Ben uykuya dalarken, talep etmek aklımdan bile geçmediği halde, bütün rüyalarıma sahip çıkacaksın. Uyanırken, yine bu siktiğimin gezegenine geri döndüğüm için aldığım nefeslere lanet okusam da, seni görüp sakinleşeceğim. Beni, nemli gün ışığına dolanmış hasta bir sarmaşık gibi, her yanım sivrisinek larvalarıyla kaplanmış bile olsa, geçmişimi deşmeden seveceksin.

Sırtımda küçük, kimliksiz bir öpücükle uyanacağım. En renkli rüyalarımı bırakmak, bu öpücük yüzünden hiç de zor olmayacak. Bir yanım Leyla’ya sokulacak, bir yanım Mevlama kavuşacak. Aşkımızın rasyonel gerçekliği, bu öpücükle hükümsüz kalacak.

Keşke zehirlenmeseydim.
İyi ki zehirlendim.

12 Eylül 2009 Cumartesi

İçi Dolu Turşucuk

Yvonne: Bu gece seni görebilecek miyim?
Rick: Asla o kadar uzun vadeli planlar yapmam.

-Casablanca (1942)-


Nihayet yağmur yağıyor, havanın sıkıntısı çözüldü. Yağmuru boşuna ağlamaya benzetmiyorlar. Her ikisi de gerilim boşaltıyor.

Söz vermeyi hiç sevmiyorum. Geleceğimizi saçma sapan güvenceler altına almak adına birbirimize uyguladığımız esaretin hileli ahitleri bunlar. Bir Cumartesi akşamı, denize nazır gün batımını izlerken, rüzgar sakinken ve ortalıkta kafaya takacak hiçbir şey yokken senden bir söz vermeni isterler. Verdiğin sözü nemli, boğucu bir Salı günü, başında korkunç bir ağrı ve kalbinde henüz açılmış derin bir yarayla tutman gerekeceğini o anda bilemezsin. Sözünü tutmadığında, seni onursuzlukla suçlarlar. Kendilerince çok haklılar.

Güvenilmez biri olduğumu her fırsatta dile getirmeme karşın – ki bence bunu dile getirebiliyor olmam nadir güvenilir özelliklerimden biridir- şimdiye dek bana ait bir iple hiçbir kuyuya inilmeyeceğini kimseye anlatamadım. İnsanların hala normal olabileceğimi düşünmelerine engel olamıyorum. Oysa annem toplum dışı olduğumu tekrarlayıp durur. Yalnızlığından beni sorumlu tutuyormuş mesela, geçenlerde söyledi. Onunla yaşamasam yine bir biçimde aykırılığımı örtbas edebilirmiş, ama bir erkek arkadaşı olsa, benim yüzümden annemi çok eleştirirmiş. Kadıncağız da mecbur, kimseyle beraber olamıyormuş. Uzun yıllar onunla yaşamadım aslında, ama belki de bana “git” diyemediği için böyle söylüyordur. Gitmeli elbette bir ara, orası ayrı.

Anlaşılması zor kadındır, annem. Bir yandan da sık sık,
“Çocuklarım olmasa intihar ederim” der.
Bizim için hayatta kalıyormuş. Yoksa yaşamının hiçbir anlamı yokmuş.
“Hangimizin var ki, anne? Olmalı mı ayrıca? Sonbaharda yapraklarını döken ve baharda yeniden yeşeren ağaçların hayatı anlamlı mı? Ne gibi bir anlam peşindesin, ah benim güzel annem? Varoluş nedenimizi tanımlayabiliyor musun ki, ruhunu, ruhlarımızı kurtarasın? Ben tanımlayamıyorum. Sadece sonbaharda yapraklarımı döküp, baharda yeniden yeşeriyorum. Hayat varlığımla da, yokluğumla da iç içe, insanlığın tüm bencilliğine rağmen hala kurumamayı başaran nehirler gibi akıp gidiyor.

Özgürlüğüm, esaretinin başladığı yerde ümitsiz bir kangrene dönüşüyor, anne. Mutsuzluğuna bahane olduğum anda, yalnızlığıma dair yaşadığım isyanın tüm başkaldırıları, son sürat giden tüm teselli ikramiyelerim birdenbire görünmez bir duvar çarpıp paramparça oluyor. Ben olmasam, bağımlısı olduğun sonsuz öfkene nasıl bir özür uyduracaksın, bunu hiç düşündün mü? Ben olmasam, kırıklığından gizlice haz aldığın kalbini sadece senin kanattığın gerçeğiyle nasıl yüzleşeceksin?

Hem, toplum dediğinin içi seni, dışı beni yakar, be anne. Sanıyor musun ki sahiden bir dışı var bu meretin? Çıkılabilecek dışı olsa çıkmaz mıyım bu güne kadar? Nereye kaçabiliriz? Nerede saklanabiliriz? Kolay mı o kadar?”

Yağmur çıldırdı. Marmara kıyısında her yeri sel basmış. Ölen insanlar varmış. Bundan böyle, verdikleri sözleri tutamadılar diye kimse onları suçlamayacak. Yakınları ise bir süreliğine mazur görülecek. Yine de sorumluluklarını yerine getirmek için devletin ya da bağlı bulundukları kurumların belirlediği ölüm izni sürelerini aşarlarsa, ayrıcalıklarını yitirmekle cezalandırılacaklar. Acılarını yaşayıp, üstesinden gelebilmek için çok kısıtlı zamanları var.

Kendime dahi söz veremiyorum ki, başkasına nasıl teminat vereyim? Dişim kırıldı geçenlerde, her gün biraz daha çürüyor. Üstelik dişçim aynı zamanda en yakın arkadaşım ve ona bile gidemiyorum. Arada kırık yüzünden boşalan yere yemek artıkları girmese umursamam da aslında durumu muhtemelen. Sanırım farkındalığımız da, algı eşiğimizde oluşan boşluklara yabancı olguların girmesiyle biçimleniyor. Yoksa yitirdiklerimizin farkına, ancak tamamen çürüdüğümüzde hissettiğimiz acıyla varabilirdik. Öylesi daha mı iyi olurdu? Kendimizi normal sanmak ve normal olmak arasındaki farkı bu kırıklara gösterdiğimiz duyarlılık dereceleri mi biçimlendiriyor? Bilmiyorum. Ben zaten pek bir şey bilmiyorum, sadece bolca atıp tutuyorum.

“Normallik” kavramı sığ ama dibi görünmez bir kuyu. Hani şu delinin tekinin içine taş atıp, kırk akıllının çıkaramadığı kuyulardan. Bu zavallı akıllılar, Ali Baba’sız kalmış Kırk Haramiler gibi, kuyu başında sürekli kıvranıyorlar. Hadisenin özü çok basit aslında. Normal olmak, kaba tabiriyle kitle psikolojisine uygun davranmaktan ibaret yalnızca. Herkes sokağa çıplak çıksa, giyinik olan anormaldir. Hiçbir mutlak ölçütü olmayan, ama senden daima mutlak sadakatle uygulaman beklenen, şuursuz bir budalalık türü bu normallik. Zamana, mekana ve şartlara göre sürekli nitelik değiştiriyor. Çırağan Sarayı’na fönlü saçlarla girmezsen anormalsin, ama aynı saçlarla Hacıhüsrev’de dolaşırsan gündüz fenerine dönersin. Müslüman mahallesinde salyangoz satamazsın, fakat Uzak Doğuda köpek eti dahi yiyebilirsin. Hadi bunları geçtim, sanki cinayetin namuslusu olurmuş gibi “namusumu temizledim” diyerek çatır çatır can almak olağan karşılanabilirken, silah tutmayı reddettiği için askerlik yapmak istemeyenlerin hayatı özenle zindana çevrilir. Ben anlamıyorum bu işleri.

Doğada hiçbir şey bir diğeriyle aynı değil. Kelebeğin iki kanadı dahi birbirinden farklı. Hiçbir ağaç dallarını göğe mutlak bir düzende uzatmıyor. Her birimizin parmak izi benzersiz. Ama iş komplekslerimize gelince, hepsi birbirinin tıpatıp aynısı. Her haltı etiketleyip nizama sokmazsak insanlığımıza zeval gelir ya… Bu kontrol saplantısı yalnızca türümüzde görülen bir rahatsızlık.

Normal olamadığım için benden suçluluk duymamı bekliyorlar. Duyamıyorum. Elbette bunu da normal bulmuyorlar. Akılları karışıyor, ezberleri bozuluyor, bazılarının benim adıma üzüldüğü oluyor. Bense başka şeylere üzülüyorum.

İnsanların, enerjilerinin büyük çoğunluğunu kabul edilebilir olmaya harcamalarına üzülüyorum, mesela. Neler yapabilirler boşa saçılan tüm o çabalarla… Aslında her biri nefret ediyor zorunluluklardan, ama ödedikleri bedeller onlara karşılıksız gelmesin diye başkalarının da aynı eziyetleri çekmesini istiyorlar. Kimse seçim yapamıyor, çünkü her biri kendi hayatı konusunda seçim yapabilme hakkını başkalarına vermiş. Kimse kendi iplerini kendisi yönetmiyor. Bir ip ailede, bir ip patronda, bir ip ev sahibinde, bir ip bakkal çakkalda, hükümette, geri kalan ipler çeşitli bankalara paylaştırılmış… Her ip sahibi istediği hareketleri yaptırdığında, adamın gün sonunda kendisi için hareket edecek hali bile kalmıyor. Ardından mutsuz olup, bu mutsuzluğundan ip sahiplerini sorumlu tutuyor.
“Gençliğimi yediniz, be!”
Bunun karşılığında adamımız ne yapıyor? Kendisini mutlu etmek için harcayabileceği kısıtlı zamanını, elindeki başka ipleri oynatmakla değerlendiriyor. Toplu bir histeri yani bu, başka bir şey değil.

Anormal olmaya çalışmıyorum. Normal olmamaya da çalışmıyorum. Sadece iplerimi mümkün olduğunca kendim yönetmek istiyorum. Bu yüzden kredi kartı kullanmıyorum mesela. Yine bu yüzden hali vakti yerinde bir koca bularak, kıçımı kırıp oturamıyorum. Her şeye rağmen, tüm iplerimi elime geçirmeyi başaramam. Ne kadar bağımsız olsam, yine bir işverenim vardır, müşterim vardır, hayatta kalmak adına teslim olurum.

Ya işte anne, dışı yok ki toplumun, çıkmayı başarayım…

Aynaya bakmadığım sürece neye benzediğimi ya da kaç yaşında olduğumu tamamen unutabiliyorum. Sabahları uyandığımda, nerede, hangi zaman diliminde ve ne halde olduğuma dair geçirdiğim adaptasyon sürecinin, benliğimde çoğunlukla sahip dahi çıkamadığım bir düş kırıklığı yaratmasına engel olamıyorum. Kötü bir hayatım olduğu için değil. Bilakis, dünyada benim kadar ayrıcalıklı yaşayan pek az insan var. Ancak bazen gerçekten hayatta olup olmadığımdan şüpheye düşebiliyorum.

Hayatta olmak insana daha farklı bir duygu vermeliydi, biz bunu yanlış yaşıyoruz gibime geliyor. Necati beni mutlu etmeye çalışmayı bırakıp kendini mutlu etse, ben de beni mutlu etsem, ikimiz de gül gibi geçinip gitmez miydik? İlle işi karşılıklı ticarete dökmek zorunda mıyız? Sevgiyi kurumsallaştırmalarımız, aile yapısını güvence altına almalarımız filan yetmiyor mu?

Veletler sürekli kısaltmalarla konuşuyorlar ya şimdi, “seçose” “seni çok seviyorum” demekmiş, geçenlerde öğrendim.
“Seni çok seviyorum.”
Bu cümleyi kurmaya üşeniyor yeni nesil. En fazla o kadar sevebiliyor yani gariplerim. Saçlarını şekle sokmak için saatlerini harcamaya üşenmiyorlar elbette. Bu da onların normal olma biçimi.

Dışı yok, asla da olmayacak bu çemberin. O yüzden içini tamir etmek lazım da, ona da gücümüz yetmiyor. Duygusal devrim siyasal devrim yapmaya benzemiyor çünkü. Lideri yok, gerillası yok, silahı yok bu devrimin. Herkesin kendi yüreğini kendisinin ehlileştirmesi gerekiyor. Alışmamışız ki hayatlarımızın sorumluluğunu almaya. Suçlayacak birini bulamamak kimsenin işine gelmiyor.

Hiçbir şey için söz vermek istemiyorum. Bana da söz vermesinler. Olsunlar, olmasınlar ama işin içine hiçbir zaman zorunlulukları katmasınlar. Başka türlü sevildiğini nasıl anlar ki insan? Başka türlü nasıl sevebilirim ki?

28 Ağustos 2009 Cuma

Montgomery Clift Çok Yetenekli Adamdı

Hiç küfür etmeyen insanlar var hayatta. Çoğunluğu kadın. Sinirlenince en fazla “terbiyesiz” filan diyorlar. Her şeyi eleştirir, güzel olan her şeyi de ayıplarlar. Nasıl deşarj olur bu insanlar diye hep düşünürüm. Acaba yatakta mı deliriyorlar?

Sanki sürekli beklemedeyim. Neyi beklediğimi bilmiyorum. Eskiden aşkı beklerdim.
“Biri gelse, beni olduğum gibi sevse ve bütün şehir çekip gitse” derdim.
Artık aşkı da beklemiyorum.

Bir ara dünya değişecek gibi geliyor bana hep. Hani bir sabah uyanacağız ve gerçeklik algımız tamamen kaymış olacak. Birden yerçekimi ortadan kalkmış gibi mesela. Ya da gökyüzü rengarenk olmuş gibi. Küfür etmeyen kadınlar yarı bellerine kadar evlerinin pencerelerinden sarkacak ve avazları çıktığı kadar;
“Kıyaameeettttt!!! Kıyaaameeeettt!” diye bağıracaklar.
Kafaları şişen kocaları da onları sarktıkları bu pencere önlerinde becerivermeyi hayal edecekler. Sırf karıları sussun diye. Ama buna yeltenmeyecekler.

Neyi bekliyorum ben?

Kuvvetli bir rüzgar başladı dışarıda. Odam loş. Bu odayı seviyorum. Kafam iyiyken, yüksek bir falezin içine gömülüymüşüm gibi geliyor bazen. Hani camdan baksam okyanusu görürüm. İnsanların yanına da uçarak giderim.

Uçan bir denizkızı olduğumu görmüştüm bir kez rüyamda. Tombulcaydım, kuyruğum yeşildi. Upuzun, dalgalı, kestane rengi saçlarım vardı. Sürekli ağlıyordum. Sevgilim mi gitmiş, ne olduysa artık… Denizin iki üç metre üzerinden uçuyordum. Kıyı restoranlarından geçerken, masalardan içki aşırıp kaçıyordum. Sonra bir barmen bana beleş tekila verdi. Denizkızı oluşumu ilginç bulmuştu sanırım. Giden sevgilime küfürler savurarak üç-dört tane şat yaptım. Sonra baktım barmen bana asılmaya meyilli, uçtum, uzaklaştım.

Bunları uydurmuyorum, gerçekten sarkastik bir bilinçaltım var. Üstelik çoğu zaman rüyalarımı kontrol de edebiliyorum. Dezavantajı da fazla uyumak. Bir yanda kontrol dahi edebildiğin, üstün güçlere sahip olduğun, zengin bir dünya var. Yoldan adam çevirip, yüzüne dik dik baktıktan sonra ona,
“Sen şimdi benim bilinçaltımda neyi simgeliyorsun?” diye sorabiliyorsun.
Pek sevmiyorlar bu tip soruları, ama gerçek hayatta bunu yapamazsın. Sokaktan birini çevirip,
“Sen şimdi benim hayatımda ne arıyorsun?” diyemezsin.
“Deli misin be, ben senin hayatında değilim ki!” der.
Düpedüz hayatındadır oysa. Yoldan geçen adamdır. Figürasyondur, ama vardır. Yine de hesap soramazsın. Neticede sen de onun hayatında figüransın, figüranlığını bilmen gerekir. Geç yoldan, yürü git işte. Kimse kimseye bulaşmasın.

Belki de bir şeyleri kabullenmeyi bekliyorum. Ama teslim olur gibi değil, affeder gibi. Artık onu affedebilmek istiyorum. Bundan böyle asla ona ait günahları, korkularıma bahane olsun diye yeni baştan uydurmak zorunda kalmak istemiyorum. Sadece kendi günahlarıma sahip çıkmalıyım. Sadece kendi günahlarım bana sahip çıkmalı.

Rüyalarda sıkıcı hiçbir şey olmaz. Yani otobüs bekliyor dahi olsanız, o sırada mutlaka bir atraksiyon gerçekleşiyordur. Biri vardır yanınızda, konuşuyorsunuzdur ya da hani bambaşka gelişmeler olur da, bir yere gitmeniz gerektiğini bile unutursunuz. Sonuçta hiçbir zaman mal mal dikilip, otobüs beklemezsiniz. Hayattaysa her an her boku bekliyoruz.

Su siparişi verdim şu an ben mesela, sucuyu bekliyorum. Beklemek zorunda değilim elbette, ama üzerime, yabancı bir erkekle karşılaştığımda onu niyetim olmayan paylaşımlara heveslendirmeyecek giysiler giymeliyim. Yani aslında yeniden rahatlamayı bekliyorum da diyebiliriz.

Beklemek gerilimli bir süreç. Bu gerilimin bir boşalma noktası olmalı.

Dedem karizmatik adamdı. Zamanının Ziverbey delikanlılarından… Demiryollarından işçi emeklisiydi. Tıraş olurken hep ıslık çalardı.

Uzun yıllar akşamcıymış, nefis mezeler yapardı zaten. Rakı içmeyen kadından haz etmezdi mesela. Öyle bayramda seyranda rakı sofrası kurulunca, babaannem bile bir çay bardağına rakı koyar, adam gibi içemese de bütün gece o rakıyı mıkmıklanırdı.

Ketum adamdı, ağırdı filan ama beni çok severdi, bilirdim. Herkes karşısında el pençe divan dururken ben,
“Öpmiycem seni dede, bak yine tıraş olmamışsın, sakalların batıyo!” diye adamcağıza posta koyabilirdim.
Beni koltukaltlarımdan tutar, tam yüzünün karşısına getirir ve gani gani şefkat püsküren gevrek bir gülüşle;
“Daha bu sabah sen geleceksin diye özellikle tıraş oldum, zilli! Hala nesi batıyor?” derdi.
Zaten ben de sakallarından, sırf her seferinde onu güldürdüğüm için şikayet ederdim.

Akşamüstleri saat beşte Bostancı Tren İstasyonunun arkasındaki çay bahçesine gider, sağdaki büyük çınarın altında arkadaşlarıyla buluşurdu. Başlangıçta sekiz-on kişiydiler. Hepsi ütülü pantolon ve gömlek giyen, şapkalı, kasketli amcalardı. Yazın gömlekleri kısa kollu ve uçuk pastel renklerde olurdu.

İçlerinden birinin bastonu vardı. En yaşlı ve sessiz olanları oydu. Benimle diğerleri kadar ilgilenmezdi ama, arada bastonunu at gibi bacaklarımın arasına alıp etrafta koşturmama izin verirdi. Gerçi ben daha ziyade yerdeki mıcırlardan ve etrafta bulduğum çerçöpten evler yapmayı seviyordum ama, o adamı ilgisiz bırakmayı da istemiyordum. Hastaydı ve çocuklardan pek hoşlanmazdı. Yine de kötü biri değildi. Muhtemelen, çocuk olmasam severdi bile beni.

Önce o gelmez oldu çay bahçesine. Dedeme neden gelmediğini hiç sormadım. Teker teker eksildiler. Kalanlar zaman geçtikçe giderek sessizleşti. Dört kişi kaldıklarında, artık sadece oturur, hiç konuşmadan çaylarını içer olmuşlardı. Üç kişi kalmalarından kısa süre sonra dedem artık çay bahçesine gitmekten vazgeçti.

Pencerenin önünde bir koltuğu vardı. Sabahları kalkar, kahvaltısını eder, o koltuğa oturur ve beklerdi. Hiç konuşmadan saatlerce dışarı bakar, öyle beklerdi. Hava güzelse, akşama doğru güneş çekildiğinde balkona çıkar, aynı tenha sokağı bu kez de balondan izlerdi.

Bir akşam yanına gittim. O sıralar on beş yaşındaydım. Bir süre onunla birlikte sessizce oturdum. Sonra,
“Dede, benim için ıslık çalar mısın?” dedim.
Hava alacakaranlıktı. Sokak boştu. Dedem başını öte yana çevirip,
“Tövbe tövbe, gece gece şeytanları mı çağırtacaksın bana?” dedi.
Gece vakti asla ıslık çalmazdı.
“Dede, bırak şimdi şeytanları. N’olur, benim için ıslık çal!” dedim.
Suratı ciddileşti önce. Başını öne eğdi. Sonra gözlerini boşluğa dikti ve çalmaya başladı. Adagio… Sonuna kadar. Sonsuza kadar…

Dedem hayatında ilk kez o akşam, kararan havaya rağmen ıslık çaldı. Bittiğinde, başımı omzuna koydum ve babaannem bizi yemeğe çağırana dek, onunla birlikte öylece bekledim. Yaklaşık iki hafta sonra, dedem pencerenin önündeki koltuğunda öldü.

Beklemek gerilimli bir süreç. Bazen onun için “acaba beklediği şeyi o sırada mı kabullendi?” diye düşünürüm. Hüseyin Bey o gece, tüm şeytanlarına kafa tutacak kadar cesur ve mağrurdu. Bense kendi şeytanlarımı tanımlayamamaktan muzdaripim belki de.

Ölüm bana öyle uzak ki, gelirse aniden geleceğine neredeyse eminim. Ben kanserden ölmem mesela. Kanser olabilirim, ailemde de var, o ayrı, ama ölüm sebebim kanser olmaz. Belki trafik kazası, belki bir kalp krizi… Üzerime meteor dahi düşse, şaşırmamak lazım. Ben aniden giderim bu dünyadan. Zor geldim, ama fazlasıyla kolay giderim.

Öyleyse, neyi bekliyorum ben?

Beklerken sigara içmek adettendir diye sigarayı da bırakamıyorum. Yaşlanıyor olmak ürkütücü bir süreç. Şimdiye dek sana keyif vermiş olan her şey, daha çabuk yıpranmandan başka bir halta yaramıyor. Sağlıklı beslenmek fazlasıyla yavan. Kimse kovalamazken sağda solda (hatta plastik bir bant üzerinde) koşup durmak daha da saçma. Hele varlığına ihtiyaç duyan insanlar yoksa etrafında, bir çocuk gibi mesela, alışık olmadığın biçimde çürümeye başlayan bedeninin çatırtılarını duymak bütünüyle can sıkıcı.

İyi değilim bu ara. Ama kötü de değilim. Kabullenmeyi bekliyorum. Teslim olur gibi değil, affeder gibi. Teslim olmak hiç bana göre değil. Başarı nedir, bilmiyorum. Ama başarısızlıklarımı yargılamadan, kendi kendimi sakince onaylamayı bekliyorum. Halime gülüp geçebilmek istiyorum. Birinin beni sevmesine ihtiyaç duymadan, kendi kendimi sevebilmek istiyorum.

Kıçımızla dağları devirsek, hepimiz toprak olup gidiyoruz. Montgomery Clift mesela, çok başarılı bir oyuncuydu, ama kaç kişi onu biliyor ve takdir ediyor ki? İnsanların onu tanımaması adamın yeteneksiz olduğunu mu gösterir?

Gündüz vakti bira içmeyi bırakmalıyım en azından.

25 Ağustos 2009 Salı

saçım sarı, gözüm mavi, güzelliğim avrupai

Kafam sürekli başka yerde bu ara. Ama bu başka yerin neresi olduğunu ben de bilmiyorum, bana da söylemiyor. Yine gizli işler çevirdiğine eminim, yakında çıkar foyası meydana.

Bunu bana çok sık yapar. Özellikle duygusal anlamda zorlandığım konularda. Onları bilinç yüzeyime çıkartmadan, altta bir yerlerde kendince damıtmaya çalışır. Hallediyor da epey bir şeyler ama o sırada olan benim uyku düzenime, iştahıma, motivasyonuma oluyor.

Her günüm aynı geçiyor bu ara. Günde on iki saat filan uyur oldum. Geceleri sabaha kadar oturuyorum, çünkü insanlar zararsızken aklımı döke saça çalışmayı daha çok seviyorum. Gerçi çalışıyorum da ne oluyor, sabaha kadar yapıp, bir ertesi sabaha kadar bütün yaptıklarımı bozmuş oluyorum. Ömrüm boyunca ortaya iyi bir şeyler koymak zorunda hissettim kendimi. Bu da bir tür rahatsızlık olsa gerek.

Kendime dışarıdan bakıyorum bazen, hiç normal birine benzemiyorum. Evden dışarı çıkmadan yaşıyorum. Paramı evden kazanıyorum, dostlarımı evde ağırlıyorum, hareketsizlikten üç yüz kilo olmadığım için genetik yapıma şükretmeliyim. Arada dışarı çıkmak gerektiğini biliyorum aslında, hatta hava da güzel, ama bu odada sanki güvendeyim. Tetikte değilim. Şu sıra insanlarla mecburi diyaloglara girmek zorunda kalmamak bana iyi geliyor.
“Bir Kadıköy uzatır mısınız, rica etsem?”
“Hayır, bozuğum yok maalesef.”

Bir aşk öyküsü yazmak istiyorum. Hepsi tek mekanda geçsin, ucuz ucuz çekelim, bitsin diyordum ama, bütçesizlik yüzünden aşkı da tek mekana sıkıştıramam ki. Doğasına aykırı. Ayrıca klostrofobik bir aşkı kim ne yapsın?

Çatıya çıksınlar mesela bir sahnede, biz çıkmıştık. Aşağıda şirketin partisi vardı. İki şişe şarap yürütüp bilgi işlem odasının penceresinden çatıya tırmandık. Eteğimin yırtmacı daha da söküldü tırmanırken, topuklu ayakkabılarımı server’ın dibinde bırakmıştım. Sonra sarhoş olup, aşağıdaki kokoşların kafasına işeme fantezileri kurduk. İşemedik tabii, yakalanırız diye. Kaçabilecek olsak belki de işerdik. O akşam ilk kez baş başa kalıyorduk.

Aşk da böyle bir şey zaten. Bir tür suç ortaklığı. Biraz dışarı çıkmak, biraz kafa tutmak, kendi kendine işeyemeyeceğin adamların üzerlerine birlikte işemenin hayalini kurmak. Birlikte. Kilit kelime bu sanırım.

Anlatacağım hikayenin bir önermesi olmalı. “Aşk aklın bir oyunudur” dedi geçende Emir. “Durduk yere yanan sobaya elini değdirmezsin. Biriyle ilişkiye girmek de yanan sobaya el değdirmek gibidir. Aklın oyun oynamazsa bunu beceremezsin.”

Halkın kendini yakın hissedebileceği, ortalama bir çift seçeyim dedim önce. (Halk da ne menem bir şeyse…) Hani şöyle oğlan Toyota servis şefi, kız lisede öğretmen, sıradan tipler. Hep sanatçısı, reklamcısı, sosyetesi mi yaşar bu aşk denen mereti? Yaz işte, dokunulabilir tipler olsunlar.

İyi de, ben dokunmamışım ki öyle insanlara. Tanımıyorum ki normal birilerini, tıkandım tabii. Otoriteyle oldum olası dertliydim.

Eyes Wide Shut’daki hikaye işte. Alt sınıf ve üst sınıf uçlarda yaşarken, orta sınıf her ikisini de var edebilmek için dengeli ve disiplinli bir yaşam biçimini benimsemek zorundadır. Ben o disiplinli insanları tanımıyorum. Yani tanıyorum da, lisedendir, samimi bile değilizdir, öyle yani… Nasıl yaşarlar, bu hayata nasıl katlanırlar bilmiyorum.

Bir belgesel için Bakü’ye gitmiştik. Petrol firmalarından birinin genel müdürü, otuz beş- otuz altı yaşlarında genç bir türktü. Evli, biri kız biri oğlan iki çocukları var ve Bakü’de, bir otelin kabus mobilyalarla döşenmiş pahalı suitinde yaşıyorlar. Tam anlamıyla örnek bir aileydi. Röportaj için hazırlanırken, kendimi kadının yerine koydum. Evet birbirinden güzel iki çocuğu, kariyerli bir kocası, sözde refah içinde bir hayatı vardı. Ama Allahın Azerbaycan’ında, kristal avizelerin kabak gibi aydınlattığı, rahatsız, varaklı koltuklarla döşeli lacivert-beyaz buz gibi ortamda, altın kafesteki kuş gibiydi.

Bir ara adamın başka kravatı olup olmadığını sordu zevzek yönetmen –ki zevzekliği ayrı hikaye, bir gün belki anlatırım- kadın bir koşu gidip adamın bütün kravatlarını getirdi. Yönetmen baktı, baktı ve içlerinde olmayan tek rengi sordu:
“Mavi kravatı yok mu hiç?”
Kadının ağzının kenarında çok tatlı bir kıvrım oluştu o an. Böyle hem kibar, hem alaycı, gözleri kocasına kaydı, elini adamın omzuna koydu ve hala ona bakarak, çok şefkatli bir tonlamayla;
“O asla mavi kravat takmaz.” dedi.
O zaman anladım, kadının aslında ne kadar mutlu olduğunu. Sonra, deneyimleme biçimi nasıl olursa olsun, bir erkeği öyle sevebilmeyi çok özlediğimi fark ettim.

Bu bir ekstaz hali. Ama aynı zamanda içinde planlanmamış bir güzellik de gizli. Son derece gerçek bir güzellik. Emir’in dediği doğru.
“Aşk çukurları… Sanki yalan gibi. Hayatı geçirebilmek için aklın bir oyunu bu. Ama o çukurda yine de bir şeyler var. Şeker gibi, deniz gibi, güzel bir rüzgar gibi şeyler. Tamamen yalan olan aşkın içinde başka bir aşk daha var. Şöyle bir buçuk İskender yemişsin gibi bir duygu.”

Bunu anlatmak lazım aslında. Nasıl anlattığımın önemi yok. Adam doktor olmuş, kız manikürcüymüş, önemli olan oyunlarına sahip çıkmaları. O oyunu “birlikte” ne iyi oynadıklarının bilincine varmaları. Çocukken de öyle değil miydi? Bazı oyun arkadaşlarımız vardı, onlarla birlikteyken ruhumuz sıkılırdı. (“Ulan, bu kazmanın da neresi korsana benziyor?” demişliğim vardır benim mesela.) Ama bazılarıyla da birlikteyken zamanın nasıl geçtiğini anlayamazdık. Çünkü onlarlayken oyun çok gerçekçi olur, hatta bir süre sonra ister istemez gerçekleşirdi. Karnımız deli gibi aç olduğu halde, annelerimizin “yemek hazır” çağrısını bu yüzden küfür gibi algılardık.

Aşka tam da bu noktadan bakmak istiyorum. “Ulan, ne güzel oynuyoruz!” noktasından. Zaten derdimiz gücümüz bu değil mi? En keyifli oyun arkadaşını bulmak. Gerçekleşmek.

Bir akşam televizyon izliyoruz -Las Vegas dizisiydi galiba- karakterler sabah uyanmış, şampanya içiyorlar. Ben muhtemelen yün örüyordum bir yandan. Yeşil çay içiyoruzdur kesin.
“Nasıl bir şey acaba sabah uyanıp şampanya içmek? Ben hiç içmedim kahvaltı niyetine” dedim.
“Bilmem, çok acayip değildir herhalde” dedi.
O gece terasta yattık. Yağmur yağacak gibiydi ama “yağarsa kaçarız içeri” demiştik.

Sabah hava bulutluydu, yağmur yağmamıştı. Uyanıktım ama henüz gözlerimi açmıyordum. Islık çalarak mutfaktan geliyordu. Melodisi yaklaştı, yaklaştı, iyice yakınlaştı ve iki zarif çınlama sesinin ardından yavaşça uzaklaştı. Gözlerimi açtım. Karşımda iki kristal şampanya kadehi duruyordu.
“Hassikkktiiirrr!!!” dedim yatakta doğrularak.
Filmlerde hiçbir kız böyle bağırmaz mesela.
“Ah, Necati! Sürprizlerle dolusun!” filan derler.

Kuzeninin hostes bir kız arkadaşı vardı, arada onlara yabancı içki getirirdi. Evde bir şişe şampanya varmış öyle. Sabah erken kalkıp onu almaya gitmiş, ardından iki kristal kadeh satın almış, eve gelip meyveler dilimlemiş, beni öyle uyandırıyor. Yağmur yağdı yağacak. Hafta sonuydu. Mantar aşağıya uçmuştu.

Rahat akmalı öykü, samimi olmalı. Ne iş yaptıkları önemli değil, aşkı nasıl oynadıkları önemli. Ne kadar gerçekleşebildikleri…

Bugün öğlen beni bekleyecek olan biri var. Gitmemek hiç bu kadar zor olmamıştı.