2 Aralık 2009 Çarşamba

Ceviz




"En sonunda yazan, yöneten, kurgulayan, görüntüleyen,
oynayan, yapımcı ve seyirci de olabilirim. Yani tek
başıma da izlemek zorunda kalabilirim filmlerimi..."

Alp Zeki HEPER


Düşlere sahip olmak bizi kahraman yapmaz. Her şeye rağmen düşlerimizin peşini bırakmadığımızda kahramanlık onuruna erişiriz. Ahmet Abi benim dünya gözüyle tanıdığım en güçlü kahramandı.

2004 Siyad Ödül töreni günü, odama zıplayarak girmişti.
“Ahmet Abi, n’apıyosun?” diye atıldım tabii, tek başına yürümesi bile çok güçtü.
“N’apıcak mışım? Öldü mü sandın beni? Bak, dans bile edebiliyorum!” dedi ve gücü elverdiğince ayaklarını yere vurdu.

Ahmet Uluçay’dan ilk kez, lisedeyken, TRT’de izlediğim bir sanat programında haberdar olmuştum. O sıralar sinemacı olmaya yeni yeni hevesleniyordum. Tahtadan film makinesini dahi göstermişti program, ilham almamak imkansızdı. Yıllar sonra 2. Antalya Kısa Film Festivali günlerinde, kendisiyle bizzat da tanıştım.

O yıl, İnci Denizin Dibinde filmiyle, yarışma adayları arasındaydı. Katalogda adını görünce, birlikte takıldığım diğer öğrencilere ondan bahsettim.
“Ben duymuştum” dedi biri.
Taylan’dı galiba. Böyle şeyleri bilmese, en çok o eksik kalır. Öykü diğerlerinin de ilgisini çekince, hep beraber Ahmet Abi’yi bulmaya karar verdik.

Elli- altmış metre uzağımda, meydanın ortasında, tek başına duruyordu. Üzerinde kendisine nispeten küçük gelen, kolları yamalı, kahverengi bir ceket vardı. Yüzü bana dönüktü ama gözlerini zeminde bir yere sabitlemiş, dalıp gitmişti. Arkamdan biri,
“İşte orda!” dedi.
Hep beraber yanına gidip, kendimizi tanıttık. Yalnız olduğunu anlar anlamaz, Taylan,
“Sen bundan sonra bizle takıl, abi!” dedi.
Ahmet Abi şaşkındı. Halimize yarı mahcup gülmüştü.

Gündüzleri bazen Sevin Hanım’da yanımıza geliyordu, hava hep güzeldi, keyfimize diyecek yoktu. Ahmet Abi pek konuşmuyordu gerçi, ama sohbetlerimizi daima ilgiyle dinliyordu. Akşamları onu peşimizden barlara filan da sürüklüyorduk. Taylan, utangaçlığı kırılsın diye zorla rakı ısmarlıyordu Ahmet Abi’ye. Ben ise ikide bir,
“Ulan oğlum, yapma! O da bize ısmarlamak isteyecek, parası yoktur belki, utandırma adamı!” diye durumu kontrol etmeye çalışıyordum. Allahtan Taylan,
“Hayatta olmaz, abi! Ölümü öp!” muhabbetini oldum olası iyi kıvırır.

O yılki ödül konuşmasını izlerken, karşımda gördüğüm adamın gücünden çok etkilendim. Sahte alçakgönüllülükleriyle Ahmet Abi’ye sanki özürlü olimpiyatlarını kazanmış biri gibi davranan sözde sanat büyükleri midemi bulandırıyordu tabii, o ayrı. Ahmet Abi ise bir yandan çatlayan sesini ve gözyaşlarını kontrol etmeye çalışıyor, diğer yandan,
“Bu ödül karımındır” diyordu.
“İnsanlar bana gülerken, erkek olarak evime doğru düzgün bakamazken, o hep benim yanımda durdu. Ben film yapıcam diye tutturmuşken, o aç kalmayalım diye gidip tarlayı sürdü. Bu ödül onun hakkıdır.”
Sinemaya öylesine aşıktı ki, biraz da kadınını aldatan bir adamın suçluluğuyla, bütün ödüllerini karısına adardı.

Boğazım en çok, o anı karısı ya da zorlu yolculuğu sırasında kendisine inanan bir dostu ile paylaşamıyor oluşuna düğümleniyordu. Buraya gelmek için kendisine ancak bütçe ayırabildiği belliydi. Sahneye çıkıp boynuna sarılmamayı, sırf onu utandırmamak adına başarabildim. Yoksa, o anı filmlerde gördükleri herhangi bir ajitasyon sahnesiyle eşdeğer algılayan bir avuç entel kırmasına rezil olmaktan çekinmezdim. Ahmet Abi başkaydı, içten adamdı. Yıllar sonra SİYAD ödül töreninde, Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filmiyle aldığı bilmem kaçıncı ödülünü yine karısına adarken, başı daha dikti. Davasını ispatlamıştı. Kim fark ediyordu, kim etmiyordu bilemem ama, Ahmet Abi o hasta haliyle kürsüde, zafer kazanmış bir kral kadar keyifli konuşuyordu. Bunu fark edebildiğim için bile şanslıyım.

Törenden çıktığımızda, bizim ekip önden barın yolunu tutmuştu. Ahmet Abi’nin koluna girdim ve ağır ağır yürümeye başladık. Yorgun olduğu çok belliydi, yine de hala dinlenmeye niyetli görünmüyordu. Daha ziyade, her zamanki gibi beni köyde, kızı olarak yaşamaya ikna etmeye uğraşıyordu. Sohbetin bir yerinde,
“Ahmet Abi, sana çok merak ettiğim bir şey sormak istiyorum” diye lafı böldüm.
“Sor, sor!” dedi.
“Biz yıllarca ‘para pul yok’ diye inledik, sürekli ‘ah fırsat olsa’ dedik ama bir halt beceremedik. Sen bu inadı, bu istikrarı, bu gücü nerden buluyorsun?”
Çevirdi kafasını bana, tatlı tatlı güldü önce.
“Çek, kurtul, Seda! Çek, kurtul!” dedi.
“Ben çekemeseydim, cehennem azabından kurtulamayacaktım. Ruhumu azat etmek için çektim.”
Aldığım cevabı o an tam kavrayamamışım aslında. Bunu şimdi daha iyi anlıyorum.

Biz hepimiz kentli egolara sahibiz. Başarılı olmayı düşlerimize değil, edindiğimiz sosyal ve ekonomik takdire göre değerlendiriyoruz. Üstelik bunu, hala düş kurabildiğimizi iddia ederek, söylediğimiz yalana kendimizi de inandırarak, ahlaksızca yapıyoruz. Biz çekip, kurtulmanın anlamını kavrayamayız. Çünkü hırslarımız inanca göre değil, ihtiyaca göre şekilleniyor. İhtiyaçlar koşullara göre nitelik ve nicelik değiştirebilir, fakat inanç sabittir.

Yine kendisinden dinlemiştim, ilk aldıkları kameranın kayıt mekanizması bozukmuş. Bunlar da kaydedici özelliği olan bir VHS oynatıcı bulmuş, ikisini birbirine bağlamışlar.
“İç çekimlerde sorun yoktu tabii ama, dışarı çıkınca elektrik lazımdı, biz de ona göre jenaratör imal ettik” demişti.
Aşkları mucit kılmış adamları, hangimizde var bu iman? Hangimizde köyün gerçek delisi olabilme cesareti var? Biz çekip kurtulamayız. Çünkü derdimiz yaratmak değil, yaratının ganimetlerine erişmek.

Eminim pek çokları Ahmet Abi’nin,
“Ben köylü yönetmen değilim, köyde yaşayan yönetmenim” sözlerini bir tür köylü olmayı kendine yedirememek, özünü inkar etmek gibi algıladı. Belki de sırf bu yüzden sempati duyduğu bu adam hakkında düş kırıklığı yaşadı. Çünkü genel bakış açısına göre Ahmet Abi’nin köy kökenli oluşu, yönetmen oluşundan daha ayırt edici bir özellikti. Bu yüzden ne demek istediği anlaşılmadı.

Ahmet Abi köyde yaşıyordu. Köy onun kimliğinin bir parçası değil, yaşadığı ve yaşamaktan mutlu olduğu yerdi. O bir yönetmendi, kimliği buydu. Meslek olarak da ağır işçilik yapıyordu. Derdi asla para pul, şan şöhret olmadı. Sadece insanların ona inanmasını istiyordu.

Bir gün ofiste sohbet ederken, Serkan,
“Çok meşhur oldun abi sen, dünya tanıyor seni” dediğinde, bize babasıyla ilgili bir anısını anlatmıştı.
Pek çok yerde yazılıp çizildiği gibi, Ahmet Abi’nin babası onun bu sinema sevdasını hiç ciddiye almazmış. Bir gün baba yine oğlunun ipe sapa gelmezliğinden, bir baltaya sap olamamasından yakınırken, Ahmet Abi,
“Baba, artık rejisör oldum, bana ödül bile veriyorlar, hala niye böyle konuşuyorsun?” diye sormuş.
Babası önce kendi kendine homurdanmış, sonra,
“Ben anlamam ödülden mödülden! Senin filminde bir Hülya Koçyiğit oynuyor mu? Bir Cüneyt Arkın oynuyor mu? Sen önce ondan haber ver!” demiş.
Bunu anlattıktan sonra güldü tabii bizimle beraber, ama yüzünden bir bulut da geçmedi diyemem.

O gece ıslak İstiklal Caddesi üzerinde kol kola yürürken bir şey daha söylemişti bana.
“Seda, tek bir dileğim kaldı. Sadece ölmeden önce bir film daha yapmak istiyorum.”
Ölüm haberini aldığımdan beri en çok bu takılıyor kafama.

Mesleğiniz çocukluk hayalinizse, hala düş kurabildiğiniz sürece asla başarılı bir profesyonel olamazsınız. Ben olamadım. Ahmet Abi ise buna kalkışmadı bile. Yoksa reklam ajansını bulup,
“Şu Lay’s Teyze’li reklamları ben yönetmek istiyorum” dese, eminim yöneticiler bu PR fırsatını kaçırmazdı.

Neticede Ahmet Abi bu işin profesyoneli değil, savaşçısıydı. O yel değirmenlerine meydan okudu, ama değirmenin ardındaki gerçek devi yenmeyi başardı. Biz göremedik bu devi tabii. Koca koca egolarımız yüzünden yel değirmenine mi, deve mi bakıyoruz anlayamadık. Bize göre çekeceği film sadece güzel olabilirdi. Sadece güzel bir filmin kime ne faydası var ki? Ahmet Abi son filmini bu yüzden tamamlayamadı.

Belki zırhı tencere tava, bedeni yorgun, mızrağı süpürge sopasıydı ama, Ahmet Uluçay benim tanıdığım en gerçek kahramandı.

Toprağın bol olsun, Abi.

3 yorum:

enginfirol dedi ki...

Çok etkileyici. Bunu köylü biri olarak yazıyorum. Etkilendiğim acıtasyon durumu değil tabi, bu kadar İSTEMİŞ olması beni çok etkiledi. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak'ı üni.versite 1.yılımda izledim. arkadaşların dediğine göre ilk defa doğru bir seçmişim. Ben sanatsal filmleri seviyormuşum, entelmişim .Öyle derlerdi bana. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmakla aramazıdaki kalıpları kırmış olduk.A rkadaşlarım beni anlamış oldu. Ahmet Abi, deyip onunla böyle yakın şeyleri yaşamış olmanız ne güzel. Rabbim mekanını cennet eylesin...

umut karacaoğlu dedi ki...

öznesine yakışır yalınlıkta bir yazı olmuş. bu kadar samimi bir şeyi uzun süredir okumuyordum. eline sağlık.
yine de bence hayallerinin peşinde düşe kalka koşanlar içinde; ahmet uluçay üzecek değil sevindirecek bir örnek olmuş. katığı başarıysa başarmış, ulaşmaksa ulaşmış; bir hayale ne derece ulaşılabilirse artık.

GeD dedi ki...

Metinsel bir değer biçmediğini, bu nedenle yazmadığını biliyorum ama bu metin de diğerleri gibi bildiğim bir şarkıyı mırıldanıyormuşcasına, kendiliğinden akıp giden bir metin. Okuduğum en güzel ve süssüz ağıt. Ahmet Uluçay'ı birebir tanımakla alakalı her biri çok değerli şeyleri, sözleri aşan, onu ve yaptıklarını anlayabilmenin, anlatabilmenin, hazzını, acısını, ve huzurunu taşıyan bir ağıt. Ve onu hatırlattığı anlamda okuyanı, ölümüne değil yaşamına odaklayan başka türlü bir ağıt.

İçtenliğinden şüphe duymadığım üzüntünü paylaşıyorum...