21 Şubat 2012 Salı

Bekar





Kızımı henüz yatırmıştım, yeniden uyandı. Tam kalkıp kucağıma alacaktım ki, o benden önce davrandı. O sırada anlattığı şey her ne ise, konuyu bile bölmeden, sanki hep yaptığı şeymiş gibi, sanki benmiş gibi yaptı bunu. Bir yandan bana laf yetiştirirken, diğer yandan yaylanarak ileri geri yürüyor, bebeğime gülücükler atıp, yüzünü komik hallere sokuyordu. Beş dakika sürmedi kızın yeniden ve bu kez çok daha derin uyuması. Sırf bunun için aşık olabilirdim ona. Zaten hep farkında bile olmadan yaptıkları şeyler yüzünden aşık olmuşumdur adamlara. Ama olmadım. Anneyim ben artık. Öyle hemencecik aşık olamam kimseye, olmamam lazım. Zaten uzaklara gidecekti adam. Gitmesin, kalsın, bizi ben gibi sevsin isterdim, o ayrı. Yani öylesine, anlık bir istekti. İstedim diye de kötü anne olmam ya.

İki gece önce Ufuk’la konuştuk, yıllardır görüşmediğim bir arkadaştır. Hatırı sayılır bir üniversitede hocalık yapıyor. Kızım olduğunu bilmiyormuş.
“Ne zaman evlendin ki?” diye sordu,
“Evlenmedim, bekar anneyim, baba yarı yolda havlu attı” dedim.
Sanki bir tür özgürlük savaşçısıymışım da, büyük bir mücadelenin önderliğine soyunmuşum gibi,
“Bravo valla, çok arkadaşım senin gibi evlenmeden çocuk sahibi olmak istiyor ama bir türlü kıçları yemiyor, harikasın!” dedi.
“Benim de yemezdi de, babası götlük yapmaya ben dört aylık hamileyken karar verdi” demedim. Detaya girmemek işime geldi. İstenmeyen kadın olmaktansa, böyle anılmak daha cazipti, ne yalan diyeyim.

Yine de anlamıyorum tabii. Pek çok insan ne denli cesur ve güçlü olduğumu söylüyor. Bunun cesaretle ne ilgisi var? Dört aylık bebeğimi aldıracak mıydım? Olan olmuşsa, bana sonuçlarına en makul biçimde uyum göstermek düşmez miydi? Başkası ne yapıyor ki böyle durumlarda da, benimkisinin adı cesaret oluyor?

Her neyse, kolay değil tabii böyle bir ülkede bekar anne olmak. Daha geçende kapı çaldı, açtım, türbanlı bir teyze. Komşuymuşuz.
“Hanım yok mu?” dedi önce, evin sahibi olan arkadaşım Gökçe’yi kastederek sanırım.
“Yok, çalışıyor o bu saatte, bir sorun mu vardı?” dedim.
“Bebek mi var bu evde?”
“Evet” dedim.
“Ağlıyor da o, hasta filan mı?”
“Hayır, değil. Ayrıca pek çok bebeğe göre az ağlıyor. Bebek bu ağlar, rahatsız mı oldunuz?”
“Yok canım, merak ettim. Bekar değil miydi o hanım, bebeğin annesi nerde?” dedi,
“Annesi benim” dedim.
Dememle şöyle baştan aşağı bir süzüldüm tabii.
“Niye buradasın ki sen?”
Lafa bak! Sana ne be kadın!
“Kocam askerde, ben de bebekle yalnız kalmamak için buradayım.”
Pek yemedi karı tabii kanımca. Yine, bu kez daha da kinayelisinden bir süzdü çünkü beni.
“Başka bir şey var mıydı?”
“Yok, ben bebek hasta mı diye merak ettiydim.”
Duyan da Leyla 7/24 ağlıyor zanneder. Bok yedi başı!

Bu tabii hiçbir şey değil aslında. Asıl şoku hastanede, Leyla daha üç günlükken yaşamıştım.

Beni tanıyanlar bilir, epey zor bir gebelik, ardından da zor bir doğum geçirdim. Kızım iki günlüktü, daha yatak döşeğim, bilrubini 21’e fırladı. A-0 uyuşmazlığından, sarılık. Apar topar Yeni Doğan bölümüne yattı tabii. Dünyanın kanını kaybetmişim, nakil de yapamamışlar, şoka girmişim, buna rağmen Allah “yürü ya kulum” dedi hesabı Kadın Doğum ve Yeni Doğan bölümleri arasında fink atıyorum. Ama almıyorlar beni belli saatten sonra bebeğimin yanına, emziremiyorum. Deli gibi de formül mama dayıyorlar kuzuma, fıttırıyorum. Sonunda “taburcu olalım biz kendi rızamızla, beraber kalabileceğimiz bir yerde devam edelim tedavimize” dedim. Dedim de, ne mümkün?

Önce kendimi taburcu ettim. Ardından kızımın işlemlerini yaptım. Sağ olsun, Ferda o sırada gideceğimiz hastaneyi ayarlamıştı zaten. Tutanaklarla uğraşırken, saftan bir hemşire kız bana durmadan,
“Babasının adı ne?” diye soruyor, ben de ona durmadan,
“Baba yok, bizi terk etti, ne yapacaksın adını?” diyordum.
Kız inatla,
“Ama adını yazmam lazım” diye tutturunca,
“Aston Martin” dedim.
“Nasıl yani, yabancı mı?”
“Hem de çok yabancı…”
İroniyi anlayamadı tabii kızcağız. Yazdı oraya “Aston Martin” diye.

Gerekli son onayları da aldığımı sanıp, kızımı çıkartmak üzere giydirdikten sonra, tam çıkışa yönelmiştim ki, kapıda bir kadın belirdi. Elinde bir dosya, yüzüme bile bakmadan,
“Nerede bu çocuğun babası? Babasının izni olmadan çıkartamazsın çocuğu hastaneden” dedi.
“Babası yok. Evlilik dışı benim çocuğum. Tek vasisi benim” dedim.
“O da ne demek? Babası olmadan çıkartmana izin veremem. Ya, yarın öbür gün gelir de hesap sorarsa adam bana?”
“Kimse gelip hesap sormaz. Hukuki olarak da soramaz. Ben bu çocuğun annesiyim ve nüfusta da benim adıma kaydolacak. Lütfen zorluk çıkartmayın. Sadece tedavisine farklı bir yerde devam etmek istiyorum. Zaten gerekli izinleri aldım” dedim.
“Babasının izni olmadan çıkartamazsın. Aldığın izinler de ben izin vermezsem geçerli değil” dedi.
“Yahu, yok çocuğun babası!”
“Nasıl yok ya? Sen benle dalga mı geçiyorsun? Kalıyor burada, o kadar! Git babasını da getir, öyle çıkartırsın.”

Bu noktadan sonrası tam bir kâbustu. Ben ısrar edince, kadın derdimi bile dinlemeden pembe kod verdi. Bilmeyenler için, pembe kod, bebek kaçırma kodudur. Kendi çocuğumu kaçırıyormuşum. Niye? Babası olacak şeref fukarası herifin kıçı, sokaktaki kedi köpekten ayrılıp insan olmayı yemiyor diye. Tövbe yarabbi…

O gece bebeğimi zorla kollarımdan, ciğerimden söküp aldılar ve beni dışarı attılar. Sütüm kesilmediyse, bu kızımın kısmetidir. Sırf üç günlük lohusa kadına bunu yaptılar diye bile dava açmak gerekirdi, ama kimi kime şikayet edeceksin ki? En iyi niyetli görünenlerin olayları nasıl çarpık yansıttığını biliyoruz zaten.

Velhasıl kelam, baba adı olarak Aston Martin yazdırışım yüzünden beni iyice deli bellemiş Yeni Doğan bölümünden kızımı kurtarmam hiç kolay olmadı ve bekar anneliğin ilk ceremeleriyle böyle tanıştım. Tabii bunlar organik sorunlar. İşin bir de duygusal boyutları var.

Üzülebilmek büyük lüks hayatta. İçip sıçabilmek, böğürerek zırlayabilmek, ana avrat düz gidebilmek, ciğerlerini kusar gibi kan revan öfke kusabilmek… Ne hoş bir arınma halidir, gözlerin dağlanmışcasına sızlar, susuzluktan kurumuş ağzın leş gibi alkol ve tütün kokarken, bitap halde uykuya dalabilmek… Ben bunları uzun zamandır yapamadım. Önce içimde, sonra mememde can taşırken, sadece kendimi düşünerek gönlümce dibe vuramadım. Bunun atıl, hantal ve dengesiz ağırlığı var üzerimde.

Bazen, kızımı görünce “Allah analı babalı büyütsün” diyen insanların suratlarının orta yerine tokadı patlatıvermek istiyorum. Ya da onun o sıcacık gülüşünde kalbimi dağlayan adamın tanıdık kıvrımlarına rastladığımda, sahip dahi çıkamadığım bir paniğe, ardından da bir an evvel ruhumdan savuşturmak istediğim o ürkütücü mahcubiyet duygusuna kapılıyorum.

Sık sık, Leyla büyüyüp bana babasını sorduğunda, ona ne cevap vereceğimi düşünüyorum. Araştırdığım kadarıyla, anne bunu -en ufak ses tonu değişikliği de dahil olmak üzere- dramatize etmeden açıklamayı başarırsa, çocuk fazla etkilenmezmiş. Yani hadiseyi bir eksiklik gibi algılamazsam, çocuk da durumu trajediye dönüştürmezmiş. Tamam, buraya kadarı kolay, formül basit en azından. Peki ben “ne var canım, bazılarının babası olmaz” tavrını, “ne var canım, bazılarının kırmızı çizmeleri olmaz” sadeliğine indirgeyebilecek miyim? Fırsatını bulup da içimdeki öfke ve gücenmişlik duygusundan o zamana kadar arınabilecek miyim? Bunu hiç bilemiyorum.

Doktoruma kontrole gittim geçenlerde. Muayeneden sonra bundan böyle hangi doğum kontrol yöntemini kullanmayı düşündüğümüzü sordu, ayrı olduğumuzu söyledim. Önce saydı sövdü adama, ardından da,
“E, sen zaten en az bir sene hayatına kimseyi sokamazsın, sonra konuşuruz bunları madem” dedi.

En az bir sene… Kelimelere dökülüp somutlaşmadığı sürece, hayatınıza yeniden birini sokmanızın ne zaman uygun düşeceğine dair sorgulama yapmak aklınıza gelmiyor. Kanım dondu o an. Dönüşte anneme bahsettim bu konuşmadan.
“Senin sevgilin artık Leyla. Sevgililerin en güzeli! Artık hayatın boyunca kendini hiç yalnız hissetmeyeceksin ki!” dedi bana bıcır bıcır.
Artık nasıl bir enkaz birikmişse yüreğimde, kadıncağızı bunları söylediğine söyleyeceğine pişman ederek, başladım saydırmaya,
“Nasıl dersin bunları? Ne demek ‘sevgilin Leyla’? Yalnızlığımın koca yükünü onun minnacık omuzlarına nasıl yüklerim? Leyla büyüyecek ve kendine ait bir hayatı olacak. Beni yalnız bırakmasın diye doğurmadım ki ben onu! Bir eşin yoksunluğunu evladınla kapatmaya çalışmak kadar hastalıklı kaç hata yapabilirsin ki hayatta? Ne günahı var çocuğumun!”
Şaşkın ve çaresiz,
“Ben onu kastetmemiştim” diyebildi sadece.
Ne desin ki, kadın…

İşin özü dönüp dolaşıp bu noktaya dayanıyor zaten, Leyla’yı kişisel problemlerimin yüküne maruz bırakmamaya. Sonuçta zamanı gelince, şu an sesimi duyduğunda dahi etrafına gülücükler saçan küçük bebeğimin yerini, sırf eften püften bir şeyine izin vermedim diye “senden nefret ediyorum!” çığlıkları atan yeniyetme bir kız alacak. Yeri gelecek, sınavı kötü geçse, sevgilisinden ayrılsa hesabını benden bilecek. Belki saçımın şeklinden, yaptığım yemeğe kadar her haltıma kusur bulacak, hatta o yemeği yiyiş biçimim bile sinirine dokunacak. Bunlar değil çekindiklerim. Günün birinde kendi doğruları, kendi hayalleri, kendi umutları olabilmesi için, kendi kişiliğini oluşturabilmesi için gerekli süreçler bunlar. Benim derdim, zaten bu dünyada insan, bu ülkede kadın olmayı öğrenirken haddinden fazla yorulacak olan yüreğini, bir de benim iç çatışmalarımla yıpratmamak.

Arada birileriyle umutsuzca dertleşmeye çalışıyorum. Çok kısa sürüyor. Tam kendimi nasıl şaşkın ve boşlukta hissettiğimden, aklımın ve kalbimin nasıl karışık olduğundan bahsedecek oluyorum ki, hep aynı cümleyi işitiyorum:
“Geç şimdi bunları, sen artık annesin. Böyle şeyler için dertlenme lüksün yok. Bundan böyle her şeyden önce kızın geliyor.”
O anlarda içimi tarif edilmesi imkansız bir isyan kaplıyor. Avazım çıktığı kadar kükremek istiyorum,
“Sen beni ne sanıyorsun be! Çocuğumun önceliklerini görmezden gelecek kadar duyarsız mıyım? İki dertleşeyim diye kızımı aç, susuz, sevgisiz mi bıraktım da bana onun önceliklerini hatırlatıyorsun? Kimsin lan sen!”
Bunun yerine susuyorum tabii.

Sanıyorlar ki, anne olunca kadının başka özlemi, uktesi kalmıyor içinde, kalmamalı. Sanıyorlar ki, anne olmak senin bitip, neslinin hüküm sürmesi gereken nokta. Elbette ki önceliklerim bir daha asla eskisi gibi olmayacak biçimde değişti artık. Elbette ki benden önce Leyla geliyor. Tertemiz bir deftere yazı yazmaya korkar gibi sakınıyorum onu kendi mürekkep lekelerimden. Değil yanında dertlenmeye, doya doya yumulup öpmeye kıyamıyorum çocuğumu, daralır da dile getiremez diye. Ama ben bitmedim. Bitmemeliyim hatta. Çünkü insanca arzularımı, hayallerimi tükettiğim noktada, ona yalnızca ruhsuz bir dadının sunabileceklerini verebilirim. Ben, ben olmaktan çıktığım koşulda, kendimi onunla var etmeye, özlemlerimi onunla yamamaya çalışma hatasına düşebilirim. Bundan büyük haksızlık yapılabilir mi bir çocuğa?

Babasız çocuk büyütmenin en zor tarafı, günün sonunda yorgun argın bebeğinizi yatağa koyup, kim olduğunuzu hatırlayabilme fırsatı yakaladığınız o kısıtlı anlarda, başınızı huzurla omzuna dayayıp ruhunuzu dinlendirebileceğiniz bir sevgiliden mahrum kalmanız sanki. Bu yorgunluğunuzdan yüksünmeyecek, evladınızı en az sizin kadar sevdiğini bildiğiniz bir adamın varlığı, bütün kadınların düşlediğine emin olduğum bir ihtiyaç. Elbette ki maddi yükleri paylaşmak, zaman zaman işçilik anlamında göreceğiniz destek ve toplumsal kolaylıklar da paha biçilemez unsurlar. Ve cismen etrafta salınsa da, ailesine yararından çok zararı dokunan babaların mevcudiyetinin de farkındayım. Yine de eşi olan bir annenin, bekar anneden en büyük üstünlüğü, kimsenin ondan kadınlığını unutmasını beklememesi sanırım.

Medeni hali ne olursa olsun, her annenin, her ebeveynin nihai arzusu, bir gün evladını kendi ayakları üzerinde dururken görebilmek. Doğanın kanunu bu. Ve yine doğada tüm hayvanlar tek eşli olmuyor. Hatta türlerin büyük çoğunluğu bekar anneleri tarafından yetiştiriliyor. Yani sahip olduğum şartlar çok da yadırganacak şartlar değil aslına bakarsanız. İşin tabiata aykırı tarafı, yalnızca insanoğlunun yavrulayan dişiden özüne aykırı davranmasını beklemesi ve onu erkeğiyle yaşamadığı için yadırgaması sanırım. Yoksa kimse bir leopara,
“Bu yavruların babası nerde?” diye sormuyor, ya da hiçbir fare,
“Keşke çocuklarımı emzirdikten sonra erkeğime sokulup uyuyabilseydim” diye dertlenmiyor.
Bütün bunlar toplumun kadından beklediği ve kadının kendine yüklediği yapay açlıklar esasında. Ben çocuğumun bir gün bana,
“Babam nerede, beni sevmiyor mu, neden gelmiyor?” demesinden korkmasam, toplum da beni çocuğumu yalnız yetiştiriyorum diye yadırgamasa ya da tam tersi, bazılarınca kahramanlaştırılması gereken biri gibi algılanmasam, işler çok daha kolay ve acısız yürürdü, burası muhakkak.

Velhasıl kelam, bekâr anne olmak böyle bir şeymiş. Anne olmayı ise henüz hala yeni yeni keşfediyorum.