6 Mart 2012 Salı

"Bilmek güzeldir baba, ama sevmek kadar değil"*


Sanırım on üç, on dört yaşlarında filandım. Bir kot pantolonum olsun istiyordum. Bizim zamanımızda yoktu bu kadar marka, böyle süslü püslü giyecekler, demir perde ülkelerinden halliceydik. Yeni nesil bilmez o günleri.

Babama söylemiştim, “bakarız” demişti. Hemen her isteğime verdiği cevap bu olurdu. Devlet memuruydu babam, yani temel giderlerimiz dışında her masrafa önce bir ‘bakmak’ zorundaydı. Alabilecek gibiyse de alırdı. Aynı isteği iki kere söylememiz canını sıkardı.

Babamın ‘bakarız’ının üzerinden iki-üç ay geçmişti ki, kardeşim istedi aynı şeyi bir akşam. Benim kırıla döküle sorabildiğim soruları, o çok daha çocukça ve rahat dillendirirdi.
“Baba, bana kot pantolon alsana!”
Babam ne cevap verdi, duymadım. Ama Eda odamıza gelince,
“Ben aylar önce istedim, bekleyemez miydin? Şimdi iki tane birden alamayacağı için hiç almayacak!” dedim.
Babamın arkamda durduğunu ve bunu duyduğunu fark etmemiştim. Birden karşımda belirdi ve suratıma öyle esaslı bir tokat patlattı ki, sarsılıp sendeledim. Yüzüne baktığımda, öfkeden ziyade acı gördüm. Kalakalmıştı. Ardından, birden kendine gelmiş gibi başını öne eğdi ve alelacele odadan çıktı.

Babamın o anki acısının, yüzümdeki tokadın acısından çok daha ağır olduğunu yıllar sonra anladım. Peşi sıra birkaç gün benimle konuşmama sebebinin zalimliği değil, mahcubiyeti olduğunu da. Geçen gece geç vakit, bu olay geldi aklıma. Nereden geldiğini hatırlamıyorum, ama zamanının geldiği muhakkak.

Bir kadın olarak anneliği anlamak güç değil ama, baba olmanın ne demek olduğunu anlamada zorlanabiliyoruz. Çünkü erkek olmanın ne demek olduğunu pek bilemiyoruz. Biz kadınlar, toplumun genel geçerli ikinci sınıf vatandaşı olmaya hep huzursuzca bakarken, aslında çok değerli imtiyazlara da sahip olduğumuzu bazen akıl edemiyoruz.

Ataerkil dünya düzeninde kadın olmak bir zayıflık gibi algılanırken, aynı zamanda bizlere büyük bir duygusal ifade özgürlüğü de kazandırıyor. Çünkü ‘kadındır, ağlar’ anlayışının ardında yatan olumsuz hoşgörü, beraberinde duygusal dünyamızı alabildiğine deneysel yöntemlerle tecrübe edebilmemizi sağlıyor. Dilediğimiz gibi ağlayabilmekle kalmıyor, her türde insani zaafımızı rahatlıkla dışa vurabiliyoruz. Çünkü zedelenmesinden çekineceğimiz bir erk taşımıyoruz.

Oysa erkekler için durum çok farklı. Doğdukları andan itibaren zahmetsizce edindikleri erk onlara pek çok kapıyı rahatlıkla açarken, bedeli olarak duygusal dünyalarını sürekli baskı altında tutmalarını da zorunlu kılıyor. Diledikleri gibi ağlayabilmek, yakınabilmek şöyle dursun, erkeklik egolarının zedelenmesi riskini göze almadan sevgilerini dahi ifade edemiyorlar. Bu ne ağır bir yük, nasıl zorlu bir duruştur, yalnızca onlar bilir sanırım.

Erkek olmanın en ürkütücü yanı ise ebeveynlik söz konusu olduğunda ortaya çıkıyor. Kadının anne kimliğiyle yaşadığı başarısızlık, yalnızca annelik vasıflarına leke sürerken, başarısız bir baba bütün bir erkeklik onurundan oluyor. Ya evinin direğisin, ya da Allahın uyduruk çomağı kadar değerin yok. Duygusal kondisyonları güdük kalmaya mahkûm varlıklar için fazla keskin uçlar bunlar.

Neticede o gece babamı düşündüm. Kızlarına kot pantolon alamamanın bedelini koca bir varoluş sorgusuyla ödeyen o adamı. Sonra Leyla’nın babası geldi aklıma.

Biz anneler, çocuklarımızın babasını düşünürken, onları bizimle olan ilişkilerinden bağımsız kılmayı çoğunlukla beceremiyoruz. Kişisel geçmişimiz ve ilişkilerimizdeki romantik açılım buna engel oluyor. Kendi kendimizi yalnızca anneye indirgerken hiç zorlanmıyoruz da, onları yalnızca baba olarak sağlıklı biçimde değerlendirmede hep güçlük çekiyoruz.

Leyla’nın babası beni bir kadın olarak çok incitmişti. Ama dolaysız anlamda Leyla’yı incitecek bir şey yaptığı söylenemezdi. Baba olma kavramıyla yüzleştiğinde çekip giderek, kendi kendisini çok daha ağır yaralamış olabilme ihtimali vardı. Bununla nasıl başa çıkabildiğini ise hiç bilmiyordum.

Attığı tokat sonrası yüzüme bakamayan babam, bana yüzüme bakmayan babam olarak yansırken, içinde kopan fırtınalardan da haberim yoktu. Şüphesiz, gelip özür dilemeyi becerebilse ve bana aslında neler hissettiğini anlatabilse, onu yalnızca çok iyi anlamakla kalmaz, üzerine bir de ben mahcup olurdum. Fakat o bunu yapmadı. O günün şartlarıyla yapamazdı da. Çünkü henüz bir erkek olarak duygusal anlamda bu tür nitelikleri ödün vermekle bir tutacak ölçüde tecrübesizdi. Dünyanın en sert babalarının dahi pamuk gibi dedelere dönüşmeleri bu yüzden sanırım. Yıllar boyunca geçmişlerini sorguluyor ve karşılarındaki muhatabın bir çocuk olduğunu ancak dede olduklarında kavrayabiliyorlar.

O gece Leyla’nın babasının olası mahcubiyetinden geri dönebilmek adına dede olmayı beklememesi için bir şeyler yapmaya karar verdim. Öfkemden çekiniyor, yargılanmaktan korkuyor, hatta kendi kendine aramaya utanıyor dahi olabilirdi. Ne kaybederdim ki onu yeniden hayatımıza davet etsem? Bir kadın, bir eş olarak zaten yitirecek hiçbir şeyim kalmamıştı. Ama kızım için çok şey kazanabilirdim. Kısa bir e-mail yazdım ve onu Leyla’nın asla geri gelmeyecek bu değerli günlerini yaşamaya çağırdım. Cevabı hem olumlu, hem de tahmin etmediğim kadar hevesli oldu.

Ne tuhaftır ki, bebeğimi kucaklamış, keyifle havalara kaldıran o adama bakarken, aylar boyunca yüreğimi kavurup duran koca yangından eser kalmadı. Sanki onca uykusuz gece, onca gözyaşı, kendi kendime savurduğum onca küfür kıyamet kıytırık bir televizyon dizisi filandı. Sanki hiçbir tatsızlık yaşanmamış, hiçbir düşüm kırılmamıştı. Çünkü gördüğüm kişi bir vakitler sevdiğim adam değil, kızımın ömrü boyunca sevmekten asla vazgeçemeyeceği adamdı.

Bir çocuk arada husumet olduğunda annesinin mi, babasının mı haklı olduğuna karar vermek zorunda değildir. Bilakis, haklıyı haksızı ister istemez düşünmek zorunda kalmak bile onu adaletsizce yıpratır. O yalnızca çocuk olmalı, ebeveynleri tarafından çok ama çok sevilmeli ve bu sevginin sonuna kadar tadını çıkartmalıdır.

Kadın için çocuk sahibi olmak, anne olmayı keşfetmekle bitmiyor. Bu işin bir de baba olma halet-i ruhiyesini anlama kısmı var. Çünkü karşımızdaki adamlar direk olmakla çomak olmak arasındaki acımasız ayrımın çelişkisinde kaybolmaya bu denli yatkınken, duruma duygusal açıklık kazandırabilecek hassas donanım büyük ölçüde bizim niteliklerimiz arasında bulunuyor.

Elbette ki kadınların da Formula1 pilotu olabildiği ve erkeklerin de özür dileyebildiği bir dünya pek tatlı olurdu. Ancak insanlık olarak o noktalara erişebilmemize daha epey zaman var. Önümüzdeki en önemli görevler, çocuklarımıza kendi egosantrik problemlerimizden arınmış, rafine ebeveynler sunabilmemizle başlıyor. Bunun kolay olduğunu asla iddia edemem tabii. Yine de imkânsız olduğu da söylenemez.

Bundan böyle Leyla’nın babasına yalnızca, o gün doğru dürüst yemek yemediği ve o kadar kiloyu bir çırpıda verdiği için kızdığım gibi, eften püften nedenlerle kızmak istiyorum. Ve kendini ifade edemese de, baba olmak adına harcamaya gönüllü olduğu çabayı asla hafife almamayı hedefliyorum. Hayatta her sorumluluk kaçınılmaz biçimde büyük korkuları da beraberinde getiriyor. Bu korkulara karşı kuşanabileceğimiz tek silah ise, birbirimize olan inancımız. Leyla’nın annesi babasına inanmazsa, olan sadece Leyla’ya olur, bunu artık çok net fark edebiliyorum. Sanırım bu sayede ufak ufak anne olmayı da öğrenmeye başlıyorum.


*Murat Menteş

21 Şubat 2012 Salı

Bekar





Kızımı henüz yatırmıştım, yeniden uyandı. Tam kalkıp kucağıma alacaktım ki, o benden önce davrandı. O sırada anlattığı şey her ne ise, konuyu bile bölmeden, sanki hep yaptığı şeymiş gibi, sanki benmiş gibi yaptı bunu. Bir yandan bana laf yetiştirirken, diğer yandan yaylanarak ileri geri yürüyor, bebeğime gülücükler atıp, yüzünü komik hallere sokuyordu. Beş dakika sürmedi kızın yeniden ve bu kez çok daha derin uyuması. Sırf bunun için aşık olabilirdim ona. Zaten hep farkında bile olmadan yaptıkları şeyler yüzünden aşık olmuşumdur adamlara. Ama olmadım. Anneyim ben artık. Öyle hemencecik aşık olamam kimseye, olmamam lazım. Zaten uzaklara gidecekti adam. Gitmesin, kalsın, bizi ben gibi sevsin isterdim, o ayrı. Yani öylesine, anlık bir istekti. İstedim diye de kötü anne olmam ya.

İki gece önce Ufuk’la konuştuk, yıllardır görüşmediğim bir arkadaştır. Hatırı sayılır bir üniversitede hocalık yapıyor. Kızım olduğunu bilmiyormuş.
“Ne zaman evlendin ki?” diye sordu,
“Evlenmedim, bekar anneyim, baba yarı yolda havlu attı” dedim.
Sanki bir tür özgürlük savaşçısıymışım da, büyük bir mücadelenin önderliğine soyunmuşum gibi,
“Bravo valla, çok arkadaşım senin gibi evlenmeden çocuk sahibi olmak istiyor ama bir türlü kıçları yemiyor, harikasın!” dedi.
“Benim de yemezdi de, babası götlük yapmaya ben dört aylık hamileyken karar verdi” demedim. Detaya girmemek işime geldi. İstenmeyen kadın olmaktansa, böyle anılmak daha cazipti, ne yalan diyeyim.

Yine de anlamıyorum tabii. Pek çok insan ne denli cesur ve güçlü olduğumu söylüyor. Bunun cesaretle ne ilgisi var? Dört aylık bebeğimi aldıracak mıydım? Olan olmuşsa, bana sonuçlarına en makul biçimde uyum göstermek düşmez miydi? Başkası ne yapıyor ki böyle durumlarda da, benimkisinin adı cesaret oluyor?

Her neyse, kolay değil tabii böyle bir ülkede bekar anne olmak. Daha geçende kapı çaldı, açtım, türbanlı bir teyze. Komşuymuşuz.
“Hanım yok mu?” dedi önce, evin sahibi olan arkadaşım Gökçe’yi kastederek sanırım.
“Yok, çalışıyor o bu saatte, bir sorun mu vardı?” dedim.
“Bebek mi var bu evde?”
“Evet” dedim.
“Ağlıyor da o, hasta filan mı?”
“Hayır, değil. Ayrıca pek çok bebeğe göre az ağlıyor. Bebek bu ağlar, rahatsız mı oldunuz?”
“Yok canım, merak ettim. Bekar değil miydi o hanım, bebeğin annesi nerde?” dedi,
“Annesi benim” dedim.
Dememle şöyle baştan aşağı bir süzüldüm tabii.
“Niye buradasın ki sen?”
Lafa bak! Sana ne be kadın!
“Kocam askerde, ben de bebekle yalnız kalmamak için buradayım.”
Pek yemedi karı tabii kanımca. Yine, bu kez daha da kinayelisinden bir süzdü çünkü beni.
“Başka bir şey var mıydı?”
“Yok, ben bebek hasta mı diye merak ettiydim.”
Duyan da Leyla 7/24 ağlıyor zanneder. Bok yedi başı!

Bu tabii hiçbir şey değil aslında. Asıl şoku hastanede, Leyla daha üç günlükken yaşamıştım.

Beni tanıyanlar bilir, epey zor bir gebelik, ardından da zor bir doğum geçirdim. Kızım iki günlüktü, daha yatak döşeğim, bilrubini 21’e fırladı. A-0 uyuşmazlığından, sarılık. Apar topar Yeni Doğan bölümüne yattı tabii. Dünyanın kanını kaybetmişim, nakil de yapamamışlar, şoka girmişim, buna rağmen Allah “yürü ya kulum” dedi hesabı Kadın Doğum ve Yeni Doğan bölümleri arasında fink atıyorum. Ama almıyorlar beni belli saatten sonra bebeğimin yanına, emziremiyorum. Deli gibi de formül mama dayıyorlar kuzuma, fıttırıyorum. Sonunda “taburcu olalım biz kendi rızamızla, beraber kalabileceğimiz bir yerde devam edelim tedavimize” dedim. Dedim de, ne mümkün?

Önce kendimi taburcu ettim. Ardından kızımın işlemlerini yaptım. Sağ olsun, Ferda o sırada gideceğimiz hastaneyi ayarlamıştı zaten. Tutanaklarla uğraşırken, saftan bir hemşire kız bana durmadan,
“Babasının adı ne?” diye soruyor, ben de ona durmadan,
“Baba yok, bizi terk etti, ne yapacaksın adını?” diyordum.
Kız inatla,
“Ama adını yazmam lazım” diye tutturunca,
“Aston Martin” dedim.
“Nasıl yani, yabancı mı?”
“Hem de çok yabancı…”
İroniyi anlayamadı tabii kızcağız. Yazdı oraya “Aston Martin” diye.

Gerekli son onayları da aldığımı sanıp, kızımı çıkartmak üzere giydirdikten sonra, tam çıkışa yönelmiştim ki, kapıda bir kadın belirdi. Elinde bir dosya, yüzüme bile bakmadan,
“Nerede bu çocuğun babası? Babasının izni olmadan çıkartamazsın çocuğu hastaneden” dedi.
“Babası yok. Evlilik dışı benim çocuğum. Tek vasisi benim” dedim.
“O da ne demek? Babası olmadan çıkartmana izin veremem. Ya, yarın öbür gün gelir de hesap sorarsa adam bana?”
“Kimse gelip hesap sormaz. Hukuki olarak da soramaz. Ben bu çocuğun annesiyim ve nüfusta da benim adıma kaydolacak. Lütfen zorluk çıkartmayın. Sadece tedavisine farklı bir yerde devam etmek istiyorum. Zaten gerekli izinleri aldım” dedim.
“Babasının izni olmadan çıkartamazsın. Aldığın izinler de ben izin vermezsem geçerli değil” dedi.
“Yahu, yok çocuğun babası!”
“Nasıl yok ya? Sen benle dalga mı geçiyorsun? Kalıyor burada, o kadar! Git babasını da getir, öyle çıkartırsın.”

Bu noktadan sonrası tam bir kâbustu. Ben ısrar edince, kadın derdimi bile dinlemeden pembe kod verdi. Bilmeyenler için, pembe kod, bebek kaçırma kodudur. Kendi çocuğumu kaçırıyormuşum. Niye? Babası olacak şeref fukarası herifin kıçı, sokaktaki kedi köpekten ayrılıp insan olmayı yemiyor diye. Tövbe yarabbi…

O gece bebeğimi zorla kollarımdan, ciğerimden söküp aldılar ve beni dışarı attılar. Sütüm kesilmediyse, bu kızımın kısmetidir. Sırf üç günlük lohusa kadına bunu yaptılar diye bile dava açmak gerekirdi, ama kimi kime şikayet edeceksin ki? En iyi niyetli görünenlerin olayları nasıl çarpık yansıttığını biliyoruz zaten.

Velhasıl kelam, baba adı olarak Aston Martin yazdırışım yüzünden beni iyice deli bellemiş Yeni Doğan bölümünden kızımı kurtarmam hiç kolay olmadı ve bekar anneliğin ilk ceremeleriyle böyle tanıştım. Tabii bunlar organik sorunlar. İşin bir de duygusal boyutları var.

Üzülebilmek büyük lüks hayatta. İçip sıçabilmek, böğürerek zırlayabilmek, ana avrat düz gidebilmek, ciğerlerini kusar gibi kan revan öfke kusabilmek… Ne hoş bir arınma halidir, gözlerin dağlanmışcasına sızlar, susuzluktan kurumuş ağzın leş gibi alkol ve tütün kokarken, bitap halde uykuya dalabilmek… Ben bunları uzun zamandır yapamadım. Önce içimde, sonra mememde can taşırken, sadece kendimi düşünerek gönlümce dibe vuramadım. Bunun atıl, hantal ve dengesiz ağırlığı var üzerimde.

Bazen, kızımı görünce “Allah analı babalı büyütsün” diyen insanların suratlarının orta yerine tokadı patlatıvermek istiyorum. Ya da onun o sıcacık gülüşünde kalbimi dağlayan adamın tanıdık kıvrımlarına rastladığımda, sahip dahi çıkamadığım bir paniğe, ardından da bir an evvel ruhumdan savuşturmak istediğim o ürkütücü mahcubiyet duygusuna kapılıyorum.

Sık sık, Leyla büyüyüp bana babasını sorduğunda, ona ne cevap vereceğimi düşünüyorum. Araştırdığım kadarıyla, anne bunu -en ufak ses tonu değişikliği de dahil olmak üzere- dramatize etmeden açıklamayı başarırsa, çocuk fazla etkilenmezmiş. Yani hadiseyi bir eksiklik gibi algılamazsam, çocuk da durumu trajediye dönüştürmezmiş. Tamam, buraya kadarı kolay, formül basit en azından. Peki ben “ne var canım, bazılarının babası olmaz” tavrını, “ne var canım, bazılarının kırmızı çizmeleri olmaz” sadeliğine indirgeyebilecek miyim? Fırsatını bulup da içimdeki öfke ve gücenmişlik duygusundan o zamana kadar arınabilecek miyim? Bunu hiç bilemiyorum.

Doktoruma kontrole gittim geçenlerde. Muayeneden sonra bundan böyle hangi doğum kontrol yöntemini kullanmayı düşündüğümüzü sordu, ayrı olduğumuzu söyledim. Önce saydı sövdü adama, ardından da,
“E, sen zaten en az bir sene hayatına kimseyi sokamazsın, sonra konuşuruz bunları madem” dedi.

En az bir sene… Kelimelere dökülüp somutlaşmadığı sürece, hayatınıza yeniden birini sokmanızın ne zaman uygun düşeceğine dair sorgulama yapmak aklınıza gelmiyor. Kanım dondu o an. Dönüşte anneme bahsettim bu konuşmadan.
“Senin sevgilin artık Leyla. Sevgililerin en güzeli! Artık hayatın boyunca kendini hiç yalnız hissetmeyeceksin ki!” dedi bana bıcır bıcır.
Artık nasıl bir enkaz birikmişse yüreğimde, kadıncağızı bunları söylediğine söyleyeceğine pişman ederek, başladım saydırmaya,
“Nasıl dersin bunları? Ne demek ‘sevgilin Leyla’? Yalnızlığımın koca yükünü onun minnacık omuzlarına nasıl yüklerim? Leyla büyüyecek ve kendine ait bir hayatı olacak. Beni yalnız bırakmasın diye doğurmadım ki ben onu! Bir eşin yoksunluğunu evladınla kapatmaya çalışmak kadar hastalıklı kaç hata yapabilirsin ki hayatta? Ne günahı var çocuğumun!”
Şaşkın ve çaresiz,
“Ben onu kastetmemiştim” diyebildi sadece.
Ne desin ki, kadın…

İşin özü dönüp dolaşıp bu noktaya dayanıyor zaten, Leyla’yı kişisel problemlerimin yüküne maruz bırakmamaya. Sonuçta zamanı gelince, şu an sesimi duyduğunda dahi etrafına gülücükler saçan küçük bebeğimin yerini, sırf eften püften bir şeyine izin vermedim diye “senden nefret ediyorum!” çığlıkları atan yeniyetme bir kız alacak. Yeri gelecek, sınavı kötü geçse, sevgilisinden ayrılsa hesabını benden bilecek. Belki saçımın şeklinden, yaptığım yemeğe kadar her haltıma kusur bulacak, hatta o yemeği yiyiş biçimim bile sinirine dokunacak. Bunlar değil çekindiklerim. Günün birinde kendi doğruları, kendi hayalleri, kendi umutları olabilmesi için, kendi kişiliğini oluşturabilmesi için gerekli süreçler bunlar. Benim derdim, zaten bu dünyada insan, bu ülkede kadın olmayı öğrenirken haddinden fazla yorulacak olan yüreğini, bir de benim iç çatışmalarımla yıpratmamak.

Arada birileriyle umutsuzca dertleşmeye çalışıyorum. Çok kısa sürüyor. Tam kendimi nasıl şaşkın ve boşlukta hissettiğimden, aklımın ve kalbimin nasıl karışık olduğundan bahsedecek oluyorum ki, hep aynı cümleyi işitiyorum:
“Geç şimdi bunları, sen artık annesin. Böyle şeyler için dertlenme lüksün yok. Bundan böyle her şeyden önce kızın geliyor.”
O anlarda içimi tarif edilmesi imkansız bir isyan kaplıyor. Avazım çıktığı kadar kükremek istiyorum,
“Sen beni ne sanıyorsun be! Çocuğumun önceliklerini görmezden gelecek kadar duyarsız mıyım? İki dertleşeyim diye kızımı aç, susuz, sevgisiz mi bıraktım da bana onun önceliklerini hatırlatıyorsun? Kimsin lan sen!”
Bunun yerine susuyorum tabii.

Sanıyorlar ki, anne olunca kadının başka özlemi, uktesi kalmıyor içinde, kalmamalı. Sanıyorlar ki, anne olmak senin bitip, neslinin hüküm sürmesi gereken nokta. Elbette ki önceliklerim bir daha asla eskisi gibi olmayacak biçimde değişti artık. Elbette ki benden önce Leyla geliyor. Tertemiz bir deftere yazı yazmaya korkar gibi sakınıyorum onu kendi mürekkep lekelerimden. Değil yanında dertlenmeye, doya doya yumulup öpmeye kıyamıyorum çocuğumu, daralır da dile getiremez diye. Ama ben bitmedim. Bitmemeliyim hatta. Çünkü insanca arzularımı, hayallerimi tükettiğim noktada, ona yalnızca ruhsuz bir dadının sunabileceklerini verebilirim. Ben, ben olmaktan çıktığım koşulda, kendimi onunla var etmeye, özlemlerimi onunla yamamaya çalışma hatasına düşebilirim. Bundan büyük haksızlık yapılabilir mi bir çocuğa?

Babasız çocuk büyütmenin en zor tarafı, günün sonunda yorgun argın bebeğinizi yatağa koyup, kim olduğunuzu hatırlayabilme fırsatı yakaladığınız o kısıtlı anlarda, başınızı huzurla omzuna dayayıp ruhunuzu dinlendirebileceğiniz bir sevgiliden mahrum kalmanız sanki. Bu yorgunluğunuzdan yüksünmeyecek, evladınızı en az sizin kadar sevdiğini bildiğiniz bir adamın varlığı, bütün kadınların düşlediğine emin olduğum bir ihtiyaç. Elbette ki maddi yükleri paylaşmak, zaman zaman işçilik anlamında göreceğiniz destek ve toplumsal kolaylıklar da paha biçilemez unsurlar. Ve cismen etrafta salınsa da, ailesine yararından çok zararı dokunan babaların mevcudiyetinin de farkındayım. Yine de eşi olan bir annenin, bekar anneden en büyük üstünlüğü, kimsenin ondan kadınlığını unutmasını beklememesi sanırım.

Medeni hali ne olursa olsun, her annenin, her ebeveynin nihai arzusu, bir gün evladını kendi ayakları üzerinde dururken görebilmek. Doğanın kanunu bu. Ve yine doğada tüm hayvanlar tek eşli olmuyor. Hatta türlerin büyük çoğunluğu bekar anneleri tarafından yetiştiriliyor. Yani sahip olduğum şartlar çok da yadırganacak şartlar değil aslına bakarsanız. İşin tabiata aykırı tarafı, yalnızca insanoğlunun yavrulayan dişiden özüne aykırı davranmasını beklemesi ve onu erkeğiyle yaşamadığı için yadırgaması sanırım. Yoksa kimse bir leopara,
“Bu yavruların babası nerde?” diye sormuyor, ya da hiçbir fare,
“Keşke çocuklarımı emzirdikten sonra erkeğime sokulup uyuyabilseydim” diye dertlenmiyor.
Bütün bunlar toplumun kadından beklediği ve kadının kendine yüklediği yapay açlıklar esasında. Ben çocuğumun bir gün bana,
“Babam nerede, beni sevmiyor mu, neden gelmiyor?” demesinden korkmasam, toplum da beni çocuğumu yalnız yetiştiriyorum diye yadırgamasa ya da tam tersi, bazılarınca kahramanlaştırılması gereken biri gibi algılanmasam, işler çok daha kolay ve acısız yürürdü, burası muhakkak.

Velhasıl kelam, bekâr anne olmak böyle bir şeymiş. Anne olmayı ise henüz hala yeni yeni keşfediyorum.