28 Temmuz 2007 Cumartesi

Ben bu gece bir bok yedim

Dedim ki geçen akşam Ferda’ya;
“Hani biz seninle leb demeden leblebi tozunu püskürtüyoruz ya, hani sen Emrah’la da öylesin, işte entelektüel uyum, iyi seks, medeniyet derecesi filan hep teknik meseleler… Asıl aşkı aşk yapan şey, o özel iletişim.”

Ferda hak verdi bana. Zaten iyice saçmalamıyorsam, çoğunlukla hak verir. Hani tam anlamıyla katılmadığı durumlarda bile önce hak verip, sonra neden katılmadığını dile getirir. Çok kalite kızdır, Ferda, onun gibi bolca insan olsa keşke etrafta…

“Bunun için iki şey gerekli” dedi sonra.
“Yetenek ve zaman… Karşındaki özel bir dili yakalayabilecek yetenekteyse, zamanla bu er ya da geç oluşur.”
Her seferinde o kadar sabırlı mıyız, emin değilim gerçi…

Nedir sahi aşkı aşk yapan?

Hani birini çok arzulamak, gece gündüz takıntılı biçimde onun yanında olmayı istemek, her hareketine bir isim, bir anlam yüklemek ile tanımladığımız aşkı kastetmiyorum elbette. İngilizcede bunun için özel bir kelime uydurmuşlar; “infatuation”… Bizde yok maalesef. Gerçi biz de “aşk”ı uydurmuşuz, “sevgi”den ayırarak… O belki daha hoş, en azından içerik bakımından…

Aşktan kastettiğim, hormonal sayımlara göre ömrünü ortalama üç yılda tüketmeyen, sadece hayata meydan okuyabilecek potansiyeldeki insanların deneyimleyebileceği o özel duygu… Ruhu kavrarken, bedeni tüm acizliğiyle kendine bir tür “gönüllü” tutsak kılabilen; bir dosta duyulandan çok daha yoğun ve özel olan o zaman zaman komik, zaman zaman erotik iletişim biçimi… Dünya üzerinde olup olabilecek en samimi, en dolaysız etkileşim… Karşılıklı kompleksleri, zaafları bile eğlence unsuruna dönüştürebilecek ileri düzeydeki barış seviyesi…

“Aşk” kelimesini bunun için kullanamazsam, başka hiçbir şey için kullanamam…

İçinde samimiyet olmayan bir şeye “aşk” demek kadar büyük pek az gaflet olsa gerek… İşin dilbilimci tarafı beni ilgilendirmiyor, ben kendi sezgilerimin yardımıyla konuşuyorum –ki aslında dil, sezgilerle algılanmak üzere icat edilmiş olmasına rağmen, onları kalıplara sıkıştıran da yine bizleriz – ve haliyle tamamen kişisel ilham dünyamdan referans aldığımı belirtmek isterim.

Geçen Cumartesi biriyle tanıştım. Gözleri merak dolu, şaşırtıcı derecede iyi niyetli ve özünde çok masum biriyle… Onu çok arzuladım. Sadece bedenini değil, gözlerinde asla inkâr edemeyeceğim biçimde parlayan o acıtıcı iyi niyetini arzuladım. Bana ister istemez yönelttiği ve anlamlandıramadığı korkusunun üstesinden gelirkenki bilinçsiz cesaretini kıskandım.

Tam bir geri zekâlıyım. Bu gece kafasını çok karıştırdım ve onu kendimden alabildiğine uzaklaştırdım. Kendimi ona layık mı bulmuyorum, yoksa onu hastalıklı aşk anlayışımdan mı koruyorum, bilmiyorum.

Dedim ki ona;
“Lütfen, sev beni!”

Böyle bir şey söylenir mi ki kimseye?

Haliyle direk alkol oranımı sorguladı ve haliyle ben de direk sinirlendim. Alkol oranımı sorgulaması değildi elbette sinirlendiğim, beni ancak böyle tolare edebileceği bir cümle kurmuş olmama sinirlendim. Kendime kızdım yani…

Yoksa kim olsa alkolde arardı sebebini… Neden biri “lütfen, sev beni” gibi anlamsız bir cümle kurar ki yeni tanıştığı flörtüne? Sabaha kadar ağlasam, yine iflah olmam.

“Ezberleme sevemem ki seni, böyle bir talebi nasıl değerlendirebilirim?” dedi…
“Beni eve bırak, lütfen” dedim.

Belki sandı ki, ben ona “beni sev” dediğimde, beni seviverecek… Belki de sandı ki, ben ona “beni sev” dediğimde sevemezse, hayata ihanet edecek… Muhtemelen sandı ki, ben ona “beni sev” dediğimde benim iznim olmadan kimseyi sevdiğini söyleyemeyecek…

İyi ki ona “Lütfen, âşık ol bana!” demedim.

Zaten bunu söyleyemezdim. Sevgi, dilenilmesi ekmek kadar hoş görülebilir bir olguyken; aşk dilenmek en iffetli kadını bile bir anda orospu kılabilecek miktarda laneti bünyesinde barındırır.

Aslında temsil etmeye çalıştığım değerleri taşıyan bir kadına âşık olmasını ve bu yolla onu manipüle edebilme yeteneğimi konuşturmayı tercih etseydim, muhtemelen şu an Boğaz Köprüsünün üzerinde “Gelmiş geçmiş tüm seçimlerimden ben sorumluyum!” diye bağırıyor olurdu. Ama ben zaaflarımla, üzerlerine sayfalarca ahkâm kesebileceğim doğrularımın yaşamımdaki tüm zavallı ve yetersiz izdüşümleriyle, sonsuza dek arkasında duracağım bütün korkularımla ona kendimi sunmak istiyordum.
“Ne kadar dönersem döneyim, kıçım daima arkamda, sevgilim!” demek istiyordum…

Beceremediğimiz nokta da bu zaten… Kendimizde yüzleşemediğimiz zayıflıklar yüzünden, başkasının zayıflıklarından öcü gibi korkuyoruz. Sanıyoruz ki; “Ben kendi derdimi yüklenemezken, başkasının sorunları beni kim bilir nasıl göçertir…”

Bazılarımız da tam tersi; “Ben bu kendime ait olmayan ağır yükün üstesinden gelebilirsem, kendi sorunlarımı havada karada hallederim” diyebiliyorlar gerçi… Yine de o da direk kendilerine odaklı bir menfaatin umudu oluyor.

Aşkın bendeki kelime anlamı pek ağır… İstiyorum ki daha bismillah, ilk market alış-verişimize çıkmadan kimse “ayrılınca dost kalalım mı, şekerim?” demesin. İstiyorum ki, hangi aşamada olursak olalım, kimse aşkın sonuna dair olumlu ya da olumsuz bir cümle sarf etmesin. İstiyorum ki, yıldızlar olsun, sonra gün doğsun, derken olması gerektiği için olması gereken her şey olsun, ama kimse bunlar hakkında kesin hüküm vermesin…

İstiyorum istemesine de, adama “beni sev” demeden de duramıyorum. Gerçi “sev” geniş zaman kipi… Ama bu daha da ürkütücü olsa gerek…

Niye ona “beni sev” dedim ki?

- İlk olarak, diyebilmem bile büyük başarı aslına bakılırsa, fakat o bunu doğal olarak bilmiyor…
- Sonra, serde güvensizlik var… “Ya seviyormuş gibi görünürken beni sevmezse?” diyorum… (Sanki “olur severim” dese bir halt olacak…)
- Bir de itiraf edemediğim kaygılar söz konusu: “Ya, bir şey var, hani her şey yolunda, görmesine tüm şeffaflığıyla görüyorsun, dokunmasına dokunuyorsun da arada strech film var sanki hiçbir şey tam olmuyor” psikolojisi...

Tabii tam tersi olarak, ağzımdan çıkanın kulağım tarafından fena halde azarlandığı unsurlar da mevcut…

— Manyak mısın kadın sen? Ne zavallı bir laf bu! Şu ana kadar adamın gözünde yüz üzerinden yüz bin puan sahibiydin, karizma bu kadar mı acımasızca çizilir? “Lütfen sev beni”ymiş… Bir de üşümüş yavru köpek bakışı atsaydın bari… Havla hatta…

İnsan bazen sıkı saçmalayabiliyor.

Yine de neden “Lütfen, beni sev” diyebiliyoruz? Böylesine zayıflık göstergesi bir arzunun dile (alkollü ya da alkolsüz) gelebilmesi nasıl mümkün oluyor? (Kardeşimin nişanlısı da kardeşime sık sık sarf ediyormuş aynı cümleyi. Ucube olmadığım sonucuna da oradan varıyorum.)

Kötü niyetli değiliz aslında. Belki çocukluğumuz boyunca gözlerimizden fışkıran sessiz sözcükleri kusuyoruz, artık hak kazandığımıza ikna olduğumuz, geç kalmış o masum şımarıklığımızla… Belki korkaklığımıza hesap soruyoruz… Belki de ilk kez reddedilmeyi göze alıyoruz.

Belli ki bir yerlerde sevilebilir olduğumuzdan şüphe de ediyoruz. Hem bu hatırı sayılır türden bir şüphe… Vaktinde kendimizi çatır çatır sorgulamış, yargılamış ve cezalandırmışız. Henüz hala hüküm altındayız. Ah bu kompleksler…

Yok yok, kötü niyetli değiliz. Her önümüze gelene sarf etmiyoruz ki bu cümleyi! Tamam, Kaf dağının ardından Anka tüyü getirdi diye de seçmiyoruz o kimseyi, ama bu bir tür içgüdü nihayetinde… Özel bir tarafı oluyor iletişimin ki, yüz buluyoruz.

Yine de iyi ki “Lütfen, âşık ol bana” demedim ona…

Peki, biri bana “Lütfen, sev beni!” dese kıçım kalkar mıydı? Hani doğruya doğru, ne hissederdim?

Cevap veriyorum; biraz kalkardı. Tamam, elbette ki bunu söyleyen kişinin bunu benden mi yoksa sevilmeyi dile dökecek kadar arzuladığı için herhangi birinden mi beklediği konusunda şüpheye düşebilirdim. Ama nihayetinde bu dile gelme hali “benim” karşımda oluşan bir cesaretten kaynaklandığı için onur da duyardım.

Peki, karşımdakine ne yanıt verirdim?

Sanırım benim de kendisinden hoşlandığım biri olsa şöyle derdim:
“Lütfen, sen de seni Allah’ına kadar sevebilmeme izin ver!”

Bu çok önemli… Biri sevse diğeri izin veriyor mu ki? Talep edilmesine ne bakıyorsunuz? Mümkün olsa, kişi ekstra yardım istemez zaten…

Birkaç saat öncesiydi. Dedim ki ben bu adama:
“Kalbim, bir insanın alabileceği en büyük hasarlardan birini aldı, ama bu aşka olan inancımı hiç olmadığı kadar güçlendirdi. Ben sonsuz aşkın var olabileceği teorisini savunuyorum. Bence bu o sözünü ettiğim özel iletişimle alakalı…”

O da kırıla döküle dedi ki bana:
“Ya tabii, ben de buna inanmak isterim, ama iki insan geçmişte pek çok paylaşımda bulunmuşsa ve artık birbirini yeteri kadar arzulamıyorsa, her şeye rağmen arkadaş olmamaları için bir neden yok…”

Ben de dedim ki ona:
“Bir insan diğeri yanında yokken bile, o ortamda onunla olsa birlikte neleri gözlemleyebileceklerini, neyin üzerine ne geyik çevirebileceklerini, nelere gülebileceklerini biliyorsa, o insana bayılır. Değil ki bir de bu insanla sevişmek ona hangi cinsiyete mensup olduğunu yoğun biçimde hissettirebiliyorsa, o insana âşık olunur. Böylesi bir aşk da, iki hormona, üç seneye kurban gitmez, en fazla arada bir birbirlerini değil, seksi arzulamadıkları için arada sevişmezler.”

O tabii bana şöyle dedi:
“Tamam, canım, olsa ne güzel olur, ama olmasa da arkadaşlık bozulmamalı.”

Ben çaresiz:
“Elbette, bozulması çok samimiyetsiz olur” dedim.

“Bu arada, ben kadınları akıllı, kavrayış yeteneğine hâkim, incelik sahibi, birikimli oldukları sürece çekici bulurum. Senin güzel olman burada ayrı bir şey. Yani şikâyetçiyim diye söylemiyorum, ama şart değildi hani…” dedi.

Elbette ki bu cümleden sonra onun kollarına “Lütfen beni sev” diye atlamadım, o kadar da hor görmeyin beni! Yine de konu buralardan dönüp dolaştığı için, adamcağızı nasıl ürkütmüş olabileceğimi tahmin etmelisiniz diye tüm bunları anlattım. Hani Sezar’ın hakkı da Sezar’a…

Ne kadar karizmatik başlayan bloğum, şu an ne hale geldi… İşte ilişkilerim de böyle oluyor sanırım. Biraz fazla “iyi” bir tablo çiziyorum ve kendime dair sıradan insan zaaflarını içeren bir açı sunduğumda, karşımdakini peri masalından buz kovasıyla uyandırıyorum.

Böyle anti-kahraman bir üslup çok daha iyi… Belki sayesinde sosyal ilişkilerimi de daha sağlıklı hale getirebilirim… Zaten ne demişti Necip, dur:
“Sen pop-saykoloci yapıyorsun” demişti… Bu adam da “öznel idealistsin” diyor. Bunlar kendime yakıştıramadığım tabirler…

Yine de ben adama iyi ki “Lütfen, bana âşık ol!” dememişim…

26 Haziran 2007 Salı

Güven -II-

Lenore'nin yorumuna cevaptır.

Sevgili Lenore,

Kendi gerekliliğini, değerini, önemliliğini sürekli sorgulayan bir zihin yapısına sahibiz. Her an kuşkuyla yaşıyoruz:
"Acaba yeterince özel miyim?"
İşletim sistemlerimizde böyle bi bug mevcutken, benliklerimizi hali hazırda süregelen doğal akışa bırakmamız mümkün olmuyor. Çünkü gözlemlediğimiz ortamın bir parçası olduğumuzu farkedemiyoruz. Kavrayışımızı sürekli “dünya ve ben” diye ikiye bölerek, kendimizi algıladığımız evrenden soyutlama eğilimindeyiz.

Yaklaşık birbuçuk aydır, sekiz-on metrekarelik bir odada, benden başka beş ayrı kadınla birlikte çalışıyorum. Odaya geldiğimden beri varlığıma alışamadılar, hatta benden hoşlanmadıklarını çekinmeden gösteriyorlar.

Onlara benzemiyorum. Beğenilerimiz, alışkanlıklarımız, yaşam tarzlarımız çok farklı. Beni dışladıklarını her fırsatta belli etmeye çalışan yabani tavırlarına sessizlikle yanıt verdiğim için, gereksizce tehlikeli olduğumu sandıklarından da eminim.

Peki, benim bu odadaki varlığım habitatımızı nasıl etkiliyor?

Öncelikle etkisiz olduğumu söylemek mümkün değil, çünkü eylemsel anlamda net bir tavrım olmasa da, varlığıyla ortam değişkenlerini en çok aktive eden kişi benim.

Öyleyse odanın bir parçası mıyım?

Son derece belirgin biçimde bu odanın bir parçasıyım. Her ne kadar hem onlar beni, hem ben kendimi bu odaya ait hissetmekte zorlansam da, odanın bu halinden hepimiz eşit oranda sorumluyuz. Ben farklı olduğum için, onlar ise bu farktan rahatsız oldukları için, içinde bulunduğumuz atmosferi hep beraber şu anki konumuna getiriyoruz.

Peki masamda duran hesap makinesi, odanın varlığını ne derece etkiliyor? Gayet etkisiz bir eleman olduğu düşünülebilir, ama önemlilik açısından benden daha düşük değere sahip değil. O hesap makinesi burada olmasa, oda şu andaki odaya çok benzeyen, yine de farklı bir versiyon olarak açıklanması gereken bir oda olurdu.

Her an eşsizdir ve her birimiz, bu eşsiz anların benzersiz birer parçasıyız.

Oda, içinde bulunduğumda varlığımdan ne kadar etkileniyorsa, yokluğumdan da aynı biçimde etkilenir. Dolayısıyla hem varlığım hem de yokluğum odayı eşit ölçüde değiştirebilme gücüne sahipse, benim bu odaya ait olup olmadığımı sorgulamam son derece anlamsızdır.

Elbette gündelik kaygılar içerisinde vizyonumuz daralır ve dahil olduğumuz her resme bu mesafeden bakamayız. Hayatta kalmak adına topluca yarattığımız ortak düzenin açıkları, bizi yaşamı bu biçimde değerlendirebilme yetisinden her fırsatta uzaklaştırır.

Tek bir damla, okyanusun tüm muhteviyatını içinde barındırır ve bütünle bir olduğunda, o damla okyanustur.

Bizler aslında okyanusken, kendimizi ayrı birer su damlası kılmaya uğraşıyor, ardından “Acaba ne işim var benim okyanusun içinde?” diye hayıflanıyor, bu şaşkın tavrımızın nedenini “zeka ve muhakeme yeteneği sahibi” olmakla açıklıyor, böylece varlığımızı özel ve üstün atfediyoruz. Oysa okyanusun kendisiyiz, sandığımızdan çok daha bilge ve kudretliyiz, sadece doğamızı yadsıyoruz.

Demişsin ki;
"Hem sevip hem güvenmek zor, sevmediğinde güven söz konusu bile olmuyor zaten."

Sevgi sandığımız şeyin, gerçekten sevgi olduğundan emin miyiz?

Yoksa zavallı mülkiyetçi zaaflarımız yüzünden özgürce yaşanması gereken bir duyguyu yaptırımlara boğup, üzerinde haklar hukuklar icad ederek, yetinmeyip imzalarla kanunlarla sürekliliğini güvence altına almaya çalışarak bir amorfa dönüştürüp, buna da “sevgi” mi diyoruz?

Aksi halde sevmek neden güvenmeyi zor kılsın ki?

Bir sevgi ilişkisinde güven adını verdiğimiz şey, “Bu insan benimdir!” diyebilme garantisi mi? “Hep benimle olacak ve beni sonsuza dek sevecek!” Her şeyi kontrol altında tutmaya o kadar meraklıyız ki, sevgi bile bizim denetimimizde olmalı sanıyoruz.

Çocukken masallarda, birini kendine büyü yoluyla aşık eden insanları düşünüp, bundan nasıl bir tatmin duyulabileceğini anlamaya çalışır, işin içinden bir türlü çıkamazdım.

“Aslında beni sevmediğini, sadece büyülendiği için yanımda olduğunu bildiğim biri, sevgime karşılık alma mutluluğunu bana nasıl tattırabilir ki? Sevdiğim birini neden kendime tutsak edeyim? Gerçekte istemediği bir şeyi ona neden zorla direteyim? Seçme hakkını elinden nasıl alırım?”

Sevgi söz konusu olunca icad ettiğimiz saçma sapan yaptırımlar, bu büyülerden de beterdir. Çünkü büyülenen kişi hiç olmazsa, kendi iradesine uygun davranmadığının farkında değildir. Oysa “Beni seviyorsan bunu yap!” tavrı, işi direk ticarete dökerek, uzun vadede tüketir.

Yanlış anlıyor, yanlış kodluyoruz her şeyi. Sevgide güven, bilakis “Sonsuza dek yanımda olacak mısın?” kaygısı taşımamaktır. Çünkü hür iradeyle seçilmiş, karşılıklı keyif alınan ve bir olunan her an zaten sonsuzluktur.

Aslında sadece “durumlar” yaşıyoruz ve her yol eninde sonunda Bağdat’a çıkıyor. Önemli olan yolların kendi kendilerini açtığı, kararların kendi kendilerini verdirdiği o güven duygusunu yaşayabilme becerimizi, zihnimizin tüm engellerine rağmen uyandırabilmek.

Kolay değil, biliyorum.

Yine de, kendi adıma deniyorum.

22 Haziran 2007 Cuma

Güven

“Korku, çekinme ve kuşku duymadan
inanma ve bağlanma duygusu, itimat.”
TDK

Bu sabah uyandım, yataktan kalktım, banyoya yürüdüm, yüzümü yıkadım, dünden kalma makyajımın kalıntılarını silip saçlarımı topladım. Bu eylemleri yaparken ne uyandığım mekana karşı bir yabancılık hissettim, ne “ayakta durabilir, yürüyebilir miyim” diye kuşku duydum, ne de aynada gördüğüm yüzü yadırgadım. Tek kaygım, işe vaktinde yetişmekti. Çünkü, algımda o ana dair birincil belirsizlik buydu.

Güven, içinde bulunduğumuzda aklımızı kurcalamayan bir duygudur. Sadece zedelenmesi halinde, kişisel dünyamızdaki görünmezliği kaybolur.

Kişisel dünya diyorum, çünkü güvende olma hali son derece kişisel kriterlere dayanır. Neyin rahatsızlığını çekmiyorsanız, o konuda güven duyduğunuz söylenebilir. “Değerini kaybedince anlamak” tabiri ise, en çok güvenin yanına yaraşır.

Yüzmek, bisiklete binmek, araba kullanmak, koşmak gibi, gerçekleştirebildiğimizden emin olduğumuz sürece üzerine düşünme gereği duymadığımız öyle çok şey yaparız ki…Oysa yapabilirliğimizden birkaç saniye şüphe etsek, her şey alt üst olabilir.

“Tanrım ben şimdi bu bacağımı ileriye atarken diğerinden destek alıp hiç korkmadan bedenimi öne doğru nasıl savuruyorum? Ya yeterince sekronize hareket edemezsem? Ya birden yere kapaklanıverirsem???”

Oysa bunları aklınızdan geçireceğiniz yerde, onbeş-yirmi metre koşarsınız zaten…

Güven, hataları minumuma indirir, çünkü analizi geri plana çekerek, sezgileri öne sürer. Ah ne huzur dolu bir varoluş halidir o, farkına bile varmadığımız… Bir tür meditasyondur, nefes alıp verirken, gülerken, severken hissettiğimiz, önemsemediğimiz… Ne güzel, ne mutlu bir unutuştur…

Güvensizlik ise bir tür lanettir. Sürekli ayaklarınıza dolanan yapışkan, arsız, pis kokulu bir ucube gibi, nereye giderseniz gidin, ne yaparsanız yapın, her şeyi mahfetmek için sizinledir. “Analiz etmeliyim, kontrollü olmalıyım” diye hata üstüne hata yapar, çuvalladıkça daha da güvensiz olur, en sonunda dibe vurursunuz. O ise yerde yatan cesedinize bakıp kıs kıs gülerek, “Ben söylemiştim!” der size…

Güvensizlik bakterili ortamda hızla büyüyebildiği gibi, bulaşıcı da olabilir. Bu konuda sadece taşıyıcı olanlar genellikle politika, sigortacılık, avukatlık veya reklamcılık yaptıklarında, kariyerlerinde kolay yükselirler. Çünkü ikna yöntemiyle birini güvensizlik çukuruna rahatça yuvarlayabilir, hatta çeşitli manipülasyon teknikleriyle kitlesel dengeleri dahi alt-üst edebilirsiniz. Yine de son safhada güven yitirmek, kişinin yalnızca kendi iradesine bağlıdır. Elbette baskı altında iradeyi korumak da hiçbir zaman kolay olmaz.

Bir de kendi güvensizliklerini başkalarına bulaştıranlar vardır ki, onlar sadece kımıl zararlılarıdır.

Güvensizliği belirsizlik yaratır. İnsan öyle tuhaf bir mekanizmayla çalışır ki, bir sonraki gün hakkında ne kadar sağlam tahminlerde bulunabildiğine inanıyorsa, kendisini o kadar korunuyor hisseder. Öngörebildiğini varsaydığı her şey, sonu felaket dahi olsa, zavallı küçük evreni için belirsizlikten iyidir. Bu yüzden kötü işlerde çalışmaya devam edilir, kötü evlilikler yürütülür, insanlar mutsuzluğu bilinçli olarak seçmeyi sürdürüp, sadece tekrar tekrar durumlarından yakınarak teselli bulurlar.

Gerçek güvenin verdiği o esrik unutuşa duyduğumuz özlemle, kendimize imitasyon güvenceler uydurarak hayatı kavramayı reddederiz. Belirsizlik kabusundan kaçmak için, güvensizliğimizi, kuyruğunu yiyen yılan gibi üzerimize örteriz. Kaçtığımız yere sığınır, sığındığımız sıkıntılara esir düşeriz. Aslında kim olduğumuzu, ne istediğimizi, neleri başarabileceğimizi görmezden gelir, kımıldamadığımız sürece yediğimiz her darbeye şükrederiz.

Alışık olmadığımız ve tanımlayamadığımız her şey bizi neden bu kadar korkutuyor, bilmiyorum. Keşfetmek neden en büyük kabusumuz ve keşfe cesareti olanlar neden kahraman ya da çılgın atfedilirler?

Peki tanımlayabildiğimizi varsaydığımız her şeye güvenebilir miyiz?

Bir zamanlar dünyanın düz olduğu sanılıyor veya akıl hastalıkları da dahil olmak üzere pek çok rahatsızlığı tedavi etmek adına hastadan yüklü miktarlarda kan alınıyordu. Bunlar dönemin güvenilir bilgileri olmasına karşın, zamanla oluşan birikimlerimizle geçmişe bugün baktığımızda sadece şaşırabiliyoruz.

Günümüzde hiç saçmalamadığımızı nasıl iddia edebiliriz?

Olur da küresel ısınmayla pek çok türü ve kendimizi yok etmeyi başaramaz, hayatın sürekliliğini bir biçimde sağlamaya devam edersek, ileride nanoteknoloji ya da bambaşka ileri sistemlerde sürdürdüğümüz yaşantımızda “Vay be, zamanında fosil yakıt kullanıp neredeyse gezegenin sonunu getiriyorlarmış, ne cahillik” demeyeceğimizin garantisi mevcut mudur?

Fazla değil, bundan yüz-yüzelli sene öncesine kadar, koca koca demir yığınlarının içinde uçarak okyanusları, kıtaları aşabileceğimize güvenebilir miydik?

Ya da internette webcam ile mesafeler ötesini izlerken, sihirli küresinde başka krallıkları görebilen büyücülerden farkımız var mı?

Evrendeki sayısız olasılığı, sadece kendimizce açıklanabilir kılmak adına kısıtlayıp kontrol altına almaya uğraşarak, gerçek güveni asla yakalayamayız. Çünkü gerçek güven yakalanılabilir, zaptedilebilir bir şey değildir.

Newton açıklamadan önce de yerçekimi vardı ve insanlar bu konuda bir şey bilmeseler, hatta “yerçekimi” diye bir olgunun varlığından haberdar dahi olmasalar da, yerçekimine güveniyorlardı. Suya girince ıslanacaklarına, ağaçların gölgesinde serinleyeceklerine, ateşte ısınacaklarına da güveniyorlardı.

Gerçek güven sorgulamaz. Sorgunun başladığı yerde ise güven barınamaz.

Birini sevdiğimizde kendi sevgimizden şüphe duymayız da, karşımızdakinin sevgisine güvenmeyi adamakıllı bir türlü başaramayız. Değersizlik duygumuz ve süreklilik takıntılı garantici tavrımız zihnimizi zaptederek, bu sevginin doğal akışında huzur bulmaktan bizi alıkoyar.

Oysa rüzgarla savrulan yaprak, rüzgardan şüphe etmez. Rüzgar onu toprağa teslim ettiğinde, yaprak topraktan da çekinmez. Tıpkı ağacın dalında küçük yeşil bir filiz olarak ilk belirdiği andaki gibi, varolduğu sürecin ahengine güven duyar.

Güven, kontrol edebilme gücüyle oluşturulamaz. Ancak zihnimizi bu saplantıdan azad edebilmekle ve benliğimizi kalıplarımızdan sıyırabilmekle, aşka düşer gibi kendiliğinden, özümüzü güvende buluruz.

Üzerine düşünmeden, farkına bile varmadan, sadece huzur içinde, güvende oluruz.

5 Haziran 2007 Salı

Yalnızlık bal gibi paylaşılır, ama kimsenin ruhu duymaz

Bugün pek çok gün olduğu gibi, henüz yüzlerini bile görmediğim bir dolu insanla saatlerce telefonda konuştum. Karşılıklı mangalda kül bırakmadan, kibarlıktan kırıla kırıla ortak sorunlarımızı çözmeye çalıştık. Filanca hanımdık, falanca beydik ve her birimiz, yaşamımızın tüm anlamı sözünü ettiğimiz konuymuş gibi kendimizden emindik.

Muhtemelen içimizde pek çokları yalnızdı. Şüphesiz, birbirimize bunca poz yaparken, bunu pek aklımızdan geçirmedik. İki telefon arası gözümüzün daldığı, ya da öğle yemeğinin üzerine yaktığımız sigaranın dumanının gözümüze kaçtığı o küçük anlar dışında...

Yalnızlık sessizdir. Kuru gürültüye katıldığınız sürece, varlığını anımsatmaz. Ne zaman ki şehrin tüm cümbüşü sadece bir fon müziğine dönüşür ve söyleyecek boş lafınız kalmaz, lanetli varlığını tepeden tırnağa tüm benliğinizde hissetmeye başlarız. Çünkü böylece, aslında kim olduğunuzu hatırlarsınız. Ve yine aslında sizi kimsenin tanımadığını...

Üzerinde sıcak bir göz, beyninde sevecen bir başka görüş, bir başka ses işitmeyen herkes yalnızdır. Bunun çevredeki insan sayısıyla alakası olmaz. Hani o yüzden yazıp çizmiyor mu bunca insan internet denizinde zaten? Belki biri değer, dokunur da, haberimiz olmasa da hayalimizde bir paylaşım olasılığı yaratabiliriz diye... Piyango çıkmasını beklemekten çok, sonucu gözümüze sokulana dek umut edebileceğimiz bir gerekçe yaratmak adına loto oynamak gibi... Kendi ıssız adalarımızda içtiğimiz her şarap şişesine birer mesaj atıp, bu elektronik okyanusa sallıyoruz. Ancak mektup yazacak kimsesi olmayanlar günlük tutar.

Bizi gidi cesaret yoksunu Robinson'lar bizi...

Fazlasıyla komiğiz. Yediden yetmişe, aptalından dahisine, fakirinden zenginine, hiçbirimizin bir diğerinden farkı yok... Hepimizin ortak yanı, bir yar, bir yaren bulmak ezelden beri... Önce yar, sonra yaren elbette, usul gereği... Ama bir türlü beğenmiyoruz birbirimizi (hepimiz bulunmaz Bursa ipeklisiyiz ya...) Onun kaşı, bunun gözü, şunun sosyal statüsü, bir diğerinin eğitim düzeği derken, halimize bile sadece kendimiz üzülüyoruz.

Oysa daha kalkar kalkmaz, uyku mahmuru sokağa çıkıp yola döküldüğümüzde, gözümüz etrafta bir dilber arar. Bir halt olacağından değildir elbette... Freud bunu salt cinselliğe bağlar, bense özlemlere... Sabah sabah daha afyonum patlamadan toplu taşıma araçlarında ya da yoğun trafiğin ortasında yabancılarla seks yapmak istemem çünkü, sadece aşkı özlerim... Bir şeyler paylaşmayı arzu edebileceğim çekicilikte anlamlı bir çift göz bulmayı dilerim. Hangi yalnız dilemez ki...

Neden özellikle aşkı özleriz? Freud hergelesi bunu da cinselliğe bağlar. O zaten utanmasa burun karıştırmayı bile cinselliğe bağlar. (Muhtemelen bağlamıştır da...)

Tamam seks yapmak keyifsiz değildir, sağlıklı tüm insanlar bundan hoşlanırlar, hatta sabah sevişmek de güzeldir, ama hadiseyi bu kadar basite indirgemekle, ruhlarımıza hakaret etmiyor muyuz? Sadece kuru kuruya seks kimi kesmiş bu güne kadar? Ya da sadece cinsel paylaşımlarla mutlu olabilseydik, bu dostlarımızla geçirdiğimiz her saniyenin bir kayıp olduğu anlamına gelmez miydi?

Aşkın dostluktan en büyük farkı, önemlilik sıralamasında aldığı istisnasız liderliktir. Dostlar, aile, hepsi iyidir hoştur ama aşk bir başka kurcalar kafamızı, algımızı ayartır. Anamız babamız sağolsundur da, yar hepsinden tatlıdır. Paylaşımın en üst düzey yoğunluğunu aşkta yakalarız.

Peki ne yaparız bu aşka erişebilmek için? İşte asıl bombayı bu noktada patlatırız. Bir kere önümüze gelen yerde, yalnızlığı dramatize ederek ve yansıtmaya çalıştığımız profilimizi bununla ironik biçimde kutsamaya çalışarak, empati yakalamaya uğraşırız. Yani baştan saçmalarız. Ben de yapıyorum, bilgiç bilgiç laf ettiğime bakmayın... Burda şunları yazmakla bile aynı boku yiyorum.

İronik bir sidik yarışıdır bu; hangimiz yalnızlığı daha becerikli anlatacağız ve böylece asıl yalnız kalmaması gereken kişinin şahsımız olduğunu ispatlayacağız?

Derken kendimizi, kutsadığımız bu yalnızlık tasvirlerinin tutsağı kılarız.

Egomuz şişmiştir, kimse bizim kadar şiirsel, derin, tutkulu yaşamıyor bu yalnızlığı diye havalara gireriz. Sonra kendimize uygun hiçkimseyi bulamadığımızdan dertleniriz. Bazısı yüzeyseldir, bazısı fazla burnu kalkıktır, zaten çoğu evlidir, sahiplidir, eşcinseldir. Geriye kalanlara fakir deriz, fazla zengin deriz, pek cahil deriz, çok çirkin deriz... Bir türlü kafamıza göre birini doğru yer, zaman ve koşullarla eşleyemeyiz.

Böyle olmuyor tabii bu işler. İstemekle, olmasına uğraşmakla kurtulamıyoruz yalnızlıktan. Bir gün biri çıkıp geliyor, farkında bile olmadan paylaşır buluyoruz kendimizi onunla. Farkında bile olmadan günümüze giriyor, gecemize giriyor, düşlerimize, kanımıza giriyor. Hiç anlamadan, sorgulamadan, karar vermeden başlıyoruz onu sevmeye. Seçmeden, seçilmeden tutuluyoruz. Öğrenmeden biliyoruz.

Baktığı yere bakıyoruz, baktığımız yere bakıyor. Gördüğünü düşünüyoruz, düşündüğümüzü söylüyor. İstediğimiz için orada oluyoruz, istediği için yanımızda kalıyor. Sonrasında zaten dokunmak da, sevişmek de ibadet oluyor.

Aklımıza ne okuduğu okullar geliyor, ne aile yapısı, ne de ünvanı... Ne aldığı maaşa takıyoruz, ne de 'çocuk yapsak nasıl bakarız' diye hayıflanıyoruz... Sadece olduğu gibi, geldiği gibi, tüm doğasıyla onu çok, ama çok seviyoruz.

Bir gün biri geliyor, neyi özlediğimiz bile aklımızdan uçup gidiyor. Zaten özlemlerimiz, ancak aklımıza gelmediklerinde kaybolmazlar mı?

Yoksa bu işler yoğun trafikte bir çift göz aramakla, şişeye yardım çağrıları yazıp denize sallamakla, insan kaynakları uzmanı gibi aşka eş yerleştirmeye çalışmakla olmuyor.

Artık yalnızlıktan bahsetmemeliyim.

27 Mayıs 2007 Pazar

İnsanlar büyüdükçe hayalleri küçülür mü?

Hayalin büyüğü küçüğü neye göre ölçülür?

Küçükken cennetin, Charlie'nin Çikolata Fabrikası gibi bir yer olduğunu hayal ederdim. Ağaçlarda çikolatalar, şekerlemeler yetişiyor ve mesela canım gazoz istese, elimde birdenbire bir şişe Elvan Gazozu bitiveriyor.

Aslında Elvan Gazozu o sıralar küçük bir hayaldi diye düşünebilirsiniz, çünkü her yerde bulunurdu ve ucuzdu. Ama ben para kazanmıyordum, asla bir şeyi tutturan, mızmız bir çocuk değildim ve bana ne istediğim sorulmaz, söylememin bir sakıncası olmadığından da tamamen emin olmazsam, kimseye Elvan içmenin beni ne kadar keyiflendirdiğini söyleyemezdim. Haliyle canım çeker çekmez, tüm bu protokol prosedürlerinden muaf biçimde gazozuma kavuşmak benim için büyük bir hayaldi.

Aynı şey "şimdi" nasıl bir hayaldir? Hani artık para kazanıyorum ve alım gücümü neredeyse hiç etkilemeyecek bir şişe gazozu, kimseye hesap vermeden rahatlıkla gidip alabiliyorum. Ama ortada daha büyük bir engel var... Artık Elvan Gazozu yok!

Hayalin büyüğü küçüğü, erişilebilirlik düzeyine göre belirleniyorsa, şu anda Elvan Gazozu benim için çok daha büyük bir hayal olmuyor mu?

Peki ben büyüdüm mü?

İnsan dönüşür. Önce kolu bacağı uzar, saçı tırnağı hep uzar, sonra bir gün ölen hücreler kendini yenileyemez hale gelir, derken metabolizma durmaya karar verir. Evet de, "büyümek" bunun neresine denir?

Beynimdeki hücre sayısı her geçen gün azalıyor, böylece büyüyor muyum?

Tamam, kafa karıştırmayacağım, bu sözün ne ifade etmeye çalıştığını ben de biliyorum. Yaşımız ilerledikçe tecrübe kazanır, feleğin çemberiyle fazla içli dışlı olur, artık sahip olamayacağımızı düşündüğümüz şeyleri istemekten vazgeçeriz... Bu mudur?

Bence söz bunu anlatmaya çalışsa da, görüş sadece karamsar bir rahata kaçış bahanesidir. Çünkü hayal etmek, bir adım ötesinde bu hayale erişmek için çaba harcamayı, gerekiyorsa eldeki bazı nitelik ve nicelikleri gözden çıkartmayı gerektirir diye düşünürüz. Hayalimize karşı sorumluluk duygusu geliştiririz ve başarısız olursak suçluluk duyarız. Tüm bunlardan yırtmanın en acısız yolunu da, kurduğumuz hayalden baştan vazgeçmekte buluruz.

Bir dileğe erişebilirliğimizi baştan önlediğimizde, düş kırıklığı faktörünü kontrol altına alabildiğimizi varsayar, bu tavrımıza da "olgunluk", "kanaatkarlık", "tevekkül" gibi onurlu isimler takarız. Kısacası kendimizi, yine kendi cesaretsizliğimizle kutsarız.

Peki düş kurmak açgözlülük müdür? Yoksa bu da bize öğretilen saçma kodlardan biri mi?

Beynimin içinde bir varsayım üretiyorum: "Keşke it gibi çalışmadan ve bunun için özgürlüklerimden fedakarlık etmeden mutlu bir hayat sürdürebilsem..."

Bu düşün imgelerini canlandırıyorum: Deniz gören güzel bir evim var. Mutfaktan demlediğim çayın huzurlu fokurtusunu işitiyorum. Hava güneşli ama bunaltmıyor. Kuş seslerini ve bahçedeki ıhlamur ağacının kokusunu algılıyorum. Hatta hazır elim değmişken, düşüme tatlı, müşfik, gözlerinin içi gülen bir adam da ekliyorum. Pencerenin önündeki masada kendi kendine bir şeyler tamir ediyor. Belki içeride uyuyan bir bebek bile var.

Şimdiden rahatladım... Böyle bir keyiften neden mahrum olayım? Sadece "düş kurma" eyleminin kime ne zararı dokunabilir ki?

Düşleri hırslara dönüştürüp kendimizi boş yere paralıyor ve düş kurmanın asıl güzelliğini kaçırıyoruz.

Neden rüya gördüğümüzde bunu gerçekleştiremiyoruz diye suçluluk duymayız? Aynı şey değil mi? Aynı şey olur mu canım... Rüyalarımızı seçmiyoruz ki, istem dışı görüyoruz. Hem onlar rüya, belli bir mantıkları bile yok. Bu yüzden hayal kurmak ve rüya görmek çok farklı şeyler...

E, iyi ya işte, düşlerimizi biz çiziyoruz. Daha güzel değil mi?

Çocukluğumdan beri hep düşünürüm;
"Anı diye adlandırdığım şeyleri gerçekten deneyimledim mi?"

Anıları düşlerden ayıran şey nedir? Şu an bilgisayar başında oturuyor, sigara içiyor, klavyenin tuşlarına basıyor ve "yahu bari biraz rüzgar esse, ne bu nem..." diye hayıflanıyorum. Yaklaşık iki saat sonra, bu anı yaşadığımdan nasıl emin olacağım? Teknik olarak sadece bunu yaşadığımı varsayacağım. Evet, interneti açıp, yazdıklarımı sayfama yüklediğimi görebilir, varsayımıma kendimce deliller bulabilirim. Ama yine de deneyimlediğim şu an, düşlediğim herhangi bir anla aynı algılama metodlarını içerecek ve her ikisi de yalnızca beynimin içindeki varsayımsal vizyonlara dönüşecekler.

Küçükken büyük hayaller kurmayız aslında, sadece daha özgürce hayal kurarız. Gerçeklik adını verdiğimiz bir dizi toplu ilüzyona paçayı kaptırmamış, kollektif bilincin kısıtlamalarıyla madur duruma düşmemiş haldeyken, masallara taş çıkartabilecek pek çok varsayım üretebiliriz. Üstelik, düşü düş gibi kurarız, ille gerçekleşmek zorunda olduğumuzu sandığımız bir dizi yaptırıma dönüştürmeyiz.

Haliyle büyünce hayallerimiz küçülmez, sınırlarımız daralır. Kendimizde sadece gerçekleşme olasılığı olduğuna inandığımız şeyleri düşlemeye hak bulur, ardından bunu bile zavallı benliklerimize çok görürüz.
"Ah şöyle piyangodan para çıksa da, işi gücü bırakıp bir tekne alsam ve dünya turu yapsam" deriz de, "Canım istediğinde yunus olsam da, okyanusları arşınlasam" demeyiz. Yunus olmak büyük gelir bize... Teknik olarak tekneler yunuslardan büyüktür gerçi, bu hayal ölçüsü birimi neye göre belirleniyor hala çözebilmiş değilim, ama yetişkin olduğumuzda, "hayal kurma" eylemine fazla haksızlık etmeye başladığımızdan eminim.

Kaçırılmaması gereken bir başka unsur da, düşlerin son derece kişisel olduğudur. Sosyal hayatta gerçekleştirdiğimiz takdirde başımıza türlü belalar açacak pek çok şeyi düşlerimizde yaşatmamız mümkündür. Bunlar bizim küçük sırlarımız olarak, sadece kendimize sakladığımız bir hazine sandığına dönüşebilirler.

Yeniden vurgulamak istiyorum; hayal kurmak, gerçekleştirme hırsı geliştirmediğimiz sürece, bizim gizli bahçelerimizdir. Kimseye hiçbir hesap vermek zorunda olmadan kendi dünyamızı yarattığımız o yaramazlık dolu, mutlu bahçeler... Düş, düş olarak yeterince özgür yaşanabildiğinde, gerçekleşmemesi bizi hüsrana uğratmaz.

Çocukken uçtuğumu hayal ettikten sonra, yetişkinlerin yarattığı ortak gerçeklik sahasına döndüğümde, neden uçamıyorum diye hırs yapmaz, derin bir üzüntü duymaz ya da isyanla kendimi duvardan duvara vurmazdım. Ama büyüdüğümüzde hayal ettiğimiz şeyler her ne kadar bize gerçekleşmeleri olası da görünse, peşleri sıra derin bir tatminsizlik duygusu getirirler. Bu tuzağı kendimiz yaratırız. Hayal kurmayı plan yapmakla karıştırır, sonra bu anlamsız eylemle düşlerimizi cezalandırırız.

Oysa zihnimde her şeyi yapabilirim. Bacaklarımı uzatabilir, çok pahalı giysilerle çamurlarda yuvarlanabilir, canım istediğinde görünmez olabilir, haftasonumu birkaç galaksi ötede geçirebilir, sokak ortasında sevişebilir, bulutların üzerinde uyuyabilirim. Bedenim, öldürmekte olduğumuz gezegenin bu kısır kurallarıyla zaptedilmiş olsa da, düşüncem tüm gerçekliği dilediği gibi bükebilir ve kendime bambaşka kuralları olan türlü gerçeklikler yaratabilirim. Üstelik bunun için gözlerimi yummama bile gerek yok, sadece varsayabilir ve bu varsayımın keyfini çıkartabilirim.

Ya da yoğun bir iş günü, telefon trafiğine boğulmuş, tek ayak üstünde türlü taklalar atarken, sadece iki üç saniyeliğine evimde, küvetimde olduğumu, içeriden en sevdiğim şarkının melodisini işittiğimi, şarabımı yudumladığımı düşleyebilir, kendimi biraz olsun rahatlatabilirim.

Düş kurmak en basit anlamıyla, yaşamsal kaygıları belli bir süre tatile çıkartmaktır ve düşlerin boyu değil işlevi önemlidir. Tüm bunlardan sonra kişisel tatilinizde nereye gideceğinizi seçmek ise tamamen sizin seçiminizdir.

Mutlu hayaller...

17 Mayıs 2007 Perşembe

Kadınlar ne ister?

Kadın Hak nurudur, sevgili değil.
Sanki yaratıcıdır, yaratılmış değil!
Mevlana Celaleddin, Mesnevi, Cilt 1


Ne zaman bir forumda bu başlığa rastlasam ve her defasında -hani bir umut- mantıklı bir iki cümle arasam, düş kırıklığına uğruyorum. Dolayısıyla, insaniyet namına, kadın denen şu kendini bilmez mahlukatın ne istediğini bir de naçizane benden duyun isterim.

Söze, bu konuda ortaya atılan varsayımlarla başlayalım. Bakalım ne istermiş kadın...

“Her zaman daha fazlasını”

“Kadın erkeğin kendisine kul köle olmasını ister; olunca da ondan nefret eder”

“Allah'tan belasını ister bunlar”

“Dünyayı verseniz uzayı isteriz.. ;)”

“Sopa ister ne isticek”

“Biz kadınlar bunu bilsek, söylemez miyiz sanıyorsunuz...”

“Arada bir şiddet, arada bir sevgi, arada bir aşağılama”

“Sevgi, saygı, sadakat, bulunca da yenisini isterler”

Bu yorumlar ışığında kadın, kendisini tanımayan, ne istediğini bilmeyen, doyumsuz, tatminsiz, şımarık bir varlıktır. Onu mutlu etmek ise haliyle tamamen imkansızdır. (Elbette çok daha çirkin ithamlar ya da hitabetlere de rastladım kadınların istekleri konusunda, ama yukarıda sayıklarım bile bana yeterince üzücü geliyor.)

Kadınlık gerçekten sanıldığı kadar komplike ve belirsizlerle dolu mu demeliyiz? Yoksa biz, her iki cinsin de mensupları olarak, bu varsayımları kendimiz mi üretiyoruz?

Yeryüzünde, genel popülasyona oranla sayıca fazla oldukları halde, hemen her kültürde ayrımcılığa uğrayan ve azınlık gibi yaşayan tek topluluk kadınlardır. Çağlar boyunca kitleselleşen ataerkil düzen içinde, gerek ekonomik, gerekse sosyal anlamda şiddetli ve kesintisiz biçimde pasivize edilen kadınlar, hayatta kalış ve varoluş biçimlerini bu şiddetli baskıya dayanabilecek biçime sokmak zorunda kaldılar. Çünkü baş kaldıranın başı kesildi.

Tek tanrılı dinlerin doğuşu ardından, yüzyıllar boyunca giderek yaygınlaşan biçimde toplumları bu dinler yönetti ve tüm din kitaplarını erkekler yazdı, çünkü peygamberlik, kadına da lütfedilmiş bir ayrıcalık değildi. Öyle buyruldu ve öyle varsayıldı.

İşin başında, kadın daha ilk mitosta çabucak karalandı. Havva, asi ruhu ve önüne geçilmez merakı yüzünden, yasak meyveyi yiyerek ilk günahı işledi ve sonsuza dek lanetlendi. Ardından, artık Havva’ya olan büyük tutkusundan mıdır, yoksa sadece muhakeme yoksunluğundan mı bilinmez, onu takip edip meyveyi tadan Adem, bir şeytan işbirlikçisi olan kadın tarafından kandırılarak madur duruma düşürülmüş kurban profiliyle çıktı karşımıza. Çıbanın başı kadındı.

Kuşkusuz, ayrımcılığın eyleme dönüştüğü ilk asimilasyon girişimi, kadını cinsel doğasına yabancılaştırmakla başladı. Bu günaha meyilli, güçsüz, zavallı yaratık ancak bakireyken, ya da kendisini kabul eden erkeğinin, sadakatle dölünü taşır, soyunu sürdürürken kutsal sayılabildi. Hatta bu şartlar altında bile, adet dönemindeyken mundar ve lekeli olmaya mahkumdu. Cinsel arzularını değil ifade etmesi, hissetmesi bile onun için büyük bir suçtu.

Elbette erkek de cinsel arzularını belli oranda dizginlemekle yükümlüydü, fakat kadına oranla hem sınırları geniş, hem de özrü boldu. Kadın, eşinin ölümü harici hayatı boyunca tek erkeğe bağlı kalmak durumundayken, erkeğin birden fazla eş ve cariye alması mümkündü. Bu çifte standardın korunabilmesi ise, ekonomik gücün yalnızca erkeğe tahsis edilmesiyle garanti altına alınıyordu. Başında erkek olan herhangi bir topluluğa dahil olmayan ve tek başına yaşamak isteyen bir kadın, ya fahişelik yapmak ve toplum tarafından zulüm görmek, ya da sefaletten sürünerek açlıktan ölmek zorundaydı.

İffetsiz bir erkek yaptıklarından pişman olup topluma yeniden kolayca kabul edilirken, kendi rızası haricinde dahi olsa iffetsizlik yaptığına karar verilen kadının hayatı karardı. Çocuk büyütmek ve eşine hizmet etmek dışında emek harcadığı bir takım meslekler edinse de, emeğinin karşılığını daima ondan sorumlu olan erkeğe bıraktı. Tüm bunların yanı sıra düşündü, kaydedilmedi... Söyledi, işitilmedi... Yarattı, takdir edilmedi... Sordu, öğretilmedi... Kadın, sahip olduğu bu lanetli bedene ve getirisi olan düzenin gerekliliklerine hep tutsaktı.

Derken Rönesans ile çürümeye başlayan muhafazakar dinsel hegemonya, sistemde oluşan köklü değişikliklere yenik düşmeye başladı. Giderek ivme kazanır biçimde gelişen bilim ve teknolojinin paralelinde, Tek Tanrı ve onun kutsadığı hükümdarlar iktidarlarını bağımsız siyaset ve ekonomiye bırakıyorlardı. İşte tam o sıralar, bazı cin fikirli adamlar, kadının o büyük kıymetinin farkına vardılar...

Hemen heyecanlanmayın, bu kıymet, potansiyel oy kapasitesi ve iş gücünden başka bir şey değildi. Eğer kadınlara oy kullanma hakkı verilirse ve gönülleri hoş edilirse, tüm dengeleri alt üst edebilecek bir iktidar desteği sağlamak da mümkün olacaktı. Aynı zamanda artan iş gücü ekonomik kalkınmayı hızlandıracak ve global platformda söz konusu ülkeye büyük gelirler sağlayacaktı.

Neyse ki bu cin fikirli adamlara yarayan yeni oluşum, kadınlara da yaradı. Yani erkek, hiç farkında olmasa da, kadının ne istediğini bundan sonra keşfetmeye başladı ve kadın, çağlar boyunca yaşadığı ağır esaretin ardından, ilk kez kendini ifade etmeye muktedir olduğunun farkına vardı.

Tabii ki bu yeni koşullar herkesin işine gelmedi. Süregelen düzende gül gibi yaşayan bir çok insan vardı ve alışık oldukları kuralların sarsılması, toplumsal güvence anlayışlarını fena halde zedeliyordu. Muhafazakar çevreler hala çoğunluktaydı ve kadınlar dahil, kadının erkekle denk haklara sahip olmasını hiç onaylamayan kesim bu yeni oluşuma şiddetle direnç gösterdi.

Lafı daha fazla uzatmadan tarihi bir kenara bırakalım ve ataerkil düzende çaresizce yerini bulmaya çalışan bu süreç hala devam ederken, kadının nasıl bir tutum sergilemekte olduğuna bakalım.

Genel geçerli geleneksel yapıda kız çocuğu ilkin, iktidar sahibi olabilmek için, fallus sahibi olması gerektiğini öğrenir. Bu yolda kendisine kodlanan temel veri hala, fallusa sahip erkeği idare edebilme becerisini geliştirmesi zorunluluğudur. Ekonomik ve sosyal açıdan güçlü bir erkek tarafından seçilmek ve onu elinde tutabilmek, kendisini de güçlü ve güvencede kılacaktır.

Çoğu kadın bu kısa yolu tercih ederken, bazıları bir süre sonra tek yolun bu olup olmadığını sorgulamaya başlar. Akıllarına gelen ikinci alternatif, kendi falluslarını yaratma becerisine sahip olmaktır. Böylece insanlaşmak adına, erkekleşme gereği duyarlar. Onları zayıf kıldıklarına inandıkları duygularını bastırır, rasyonel, katı savunma sistemleri oluştururlar. Elbette ki bu sırada erkek, artık onlar için elde edilmesi gereken bir zafer nişanı değil, yenmeleri gereken bir rakip haline gelmiştir.

Öyleyse sonuç olarak kadınlar iktidar ister diyebilir miyiz?

"Otuz yıldır insan ruhunu araştırıyorum, yine de kadınların ne istediğini anlayamadım" demiş, Sigmund Freud. Hayatta olsaydı, “Yanlış yerlere bakmışsınız, üstadım” derdim kendisine. Çünkü özünde bu sorunun yanıtı o kadar basit, o kadar göz önündedir ki... İşte dünyanın çağlar boyunca, Freud’un otuz küsür senede bulamadığı sorunun cevabı:

Kadınlar sadece insan olmak isterler.

Yapı itibariyle kadın ve erkeğin eşit olduğunu asla savunmadım. Gerek fiziksel ve ruhsal doğaları gereği, gerekse medeniyet tarihinin boyunlarına vurduğu baskıların yan etkileri nedeniyle, kadınlar mutlak biçimde erkeklerden çok farklıdır.

Hayat standardı bazında “insan” gibi yaşayabilen tek örnek hala erkektir ve kadın ancak erkeğin onayı ve/veya himayesiyle bu standarda yaklaşabilir. Dolayısıyla günümüzde bir erkeğin eşi olarak yaşam kalitesini yükseltmeyi tercih etmeyen kadının, diğer alternatifte erkeğe öykünmesine şaşmamak gerekir.

Ama tüm bunların derininde kadının tek istediği, toplum içinde -pozitif ya da negatif- herhangi bir ayrımcılığa maruz kalmadan, maddi ve manevi şiddet, taciz, aşağılama görmeden, türünün getirisi olan özel ilgi alanları ya da davranış biçimleri yüzünden kategorize edilmeden yaşayabilmektir.

Cinselliğinin bir avantaj ya da dezavantaj gibi algılanmadığı, haliyle cinsel doğasını dilediğince keşfedebileceği bir hayat ona bu güne dek sunulmamıştır. Kadın, cinsel oluşumunu bir erk elde etme aracı, ya da bir lanet gibi görmeden, bedenini bir sermayeye dönüştürmeden insan gibi, kadın gibi, aşık gibi sevebilmek, sevişebilmek ister.

Bağımsız ve hür bir hayata sahip olabilmek için, kadınlığının gereklerinden ve kadın kimliğinden feragat etmek zorunda kalmadan, kendini ispat edebilmek adına bir erkeğin en az iki katı emek ve enerji harcamadan, yolda yürürken bile yargılanmadan, sorgulanmadan, hak ettiği ölçüde rahat ve güvenle nefes alıp verebilmek ister.

Ve bunları elde etmesi maalesef hala imkansız olduğu için de huzursuz, hüzünlü, isyan doludur. Hatta bunları hak ettiğini düşünmek dahi aklına gelemediği, getirilmediği için, yorgun ve küskündür. Kendini çaresiz, önüne sunulanla yetinmek zorunda hisseder, ama bir şeyler hep eksik kalır.

Sonuçta kadın sadece insan olmak, insanken kadın olmak, kadınlığını ne toplumla, ne de kendisiyle kavga etmeden, dilediği gibi sevebilmek ister.

14 Mayıs 2007 Pazartesi

"Aramakla bulunmaz; ancak bulanlar daima arayanlardır" *


Bu söz ne kadar doğrudur, bilmiyorum. Aramadığım halde, kayıp çorabımın tekini bulmuşluğum vardır. Belamı bulmuşluğum da... Şaka bir yana, ararsak bulma ihtimalimiz olduğunu varsayalım... Kaçımız ne aradığımızı gerçekten bilebiliyoruz ki?

Bir “nesneyi” mi arıyoruz? Ya da bir “kavramı”? Yaşamımıza mantıklı bir çözülüm getirecek olan “açıklamayı”? Varlığımızı anlamlı kılabilecek bir “amacı”?...

Rüyalarımızı mı arıyoruz, yoksa hangi rüyayı görmemiz gerektiğini mi keşfetmeye çalışıyoruz?

Sabahları uyandığımızda, gün içinde halletmemiz gerektiğini düşündüğümüz kaç eylem bizi aradığımız şeye yaklaştırıyor? Yoksa basit hayallerle uğraşmak için fazla mı meşgul ve sorumluluk yüklüyüz?

Sahi, kaçımız kendisine “arayabilme fırsatı” tanıyor?

“Fazla düşünme, deli olursun!” derdi rahmetli babaannem. Gerçi “Geceleri ıslık çalarsan, şeytanları görürsün” de derdi; oysa gece vakti o kadar ıslık çalmışlığım vardır, hiçbirinde şeytan filan görmedim. Yine de deli miyim, bilemem tabii, ama beynimi pek susturabildiğim de söylenemez...

Yaşamı sorgulamak, bize hep kaçınmamız gereken bir hadiseymiş gibi öğretilir. Bizim yerimize düşünen “büyüklerimiz” zaten her daim mevcuttur. Tek yapmamız gereken, Allah’ın işini Allah’a, devletin işini devlete bırakıp, başkaları için üretmek ve yine başkaları için tüketmektir. Üstelik bunu öylesine önemseriz ki, aramamız gereken bir şeylerin var olup olmadığını dahi aklımıza getirmemeye çalışırız.

Öte yandan içimizde, varlığını çoğu zaman unutturan, ama bazen dayanılmayacak kadar rahatsızlık verici olabilen tuhaf bir boşluk hissederiz. Sanki ne olduğunu ifade edemediğimiz bir şeyler, bir yerlerde hep eksiktir. Tarifsiz bir tamamlanma arzusu duyumsarız, ama neyi, neyle, nasıl tamamlayacağımızı bir türlü çözemeyiz.

Derken derdimiz gücümüz bu sıkıntıyı tanımlamak olur. Tanımlayınca iş bitecek ya...

Hadi diyelim ki tanımladık, yetmedi eyleme de geçtik... Hatta şansımız yaver gitti, bulduk aradığımızı üstüne üstlük... Sonuç bizi tatmin edebilecek mi? Yoksa işimize gelen menfaatleri karşılamadığını, umduğumuz gibi çıkmadığını varsayarak, bir türlü bulduğumuzun “o” olduğuna inanmayacak mıyız?

Çoğumuz “birini” arıyoruz. Hani şöyle “eş ruh” filan da denilen, mükemmel partner olduğunu umduğumuz kişiyi... Ya eş ruhumuz selvi boylu, badem gözlü değilse? Geceleri horluyor, tırnaklarını kemiriyor, güldüğünde diş etleri görünüyorsa? Ya tahsilsiz, itibarsız, fakir biriyse? Veya düşlediğimizden daha yaşlı, daha kilolu, daha sarsaksa?

Hadi kötümser olmayıp mükemmel birini bulduk diyelim, biz yeterince iyi miyiz bu “mükemmel eş” için? Öyle ya, adamcağız ya da kadıncağız mükemmelse, bizimle birlikte olması ona haksızlık olmuyor mu? Bizim hiç kusurumuz, gediğimiz yok mu?

Gerçek aşkla karşılaştığımız zaman, bunu hakkını vererek yaşayabileceğimizden emin miyiz? Aptal komplekslerimizi, saçma sapan takıntılarımızı, geçmiş korkularımızı o ilişkiye taşımamayı başarabilecek miyiz? Aşkımızı egomuza kurban etmemenin üstesinden gelebilecek miyiz? Böyle cüretkarca mükemmel eşimizi ararken, kendimizi onu takdir edebilecek düzeye getirebilmeye de uğraşıyor muyuz?

Maalesef inançsızlık içimize işlemiş durumdadır. Hani bir elmanın iki yarısı olsak, önce “benim yarım daha mühim” diye diretir, işleri berbat edince de “aradığımın o olduğunu sandım, ama değilmiş” deriz. Sonra gelsin “aşk acıdır, yalandır” söylemleri, “acıyla olgunlaştım, artık aramaktan vazgeçtim” geyikleri... Bir sonraki bahara kadar bu soytarılık sürer gider.

Peki nedir bu bencilliğimiz? Bu kendini beğenmiş, kibirli halimizin haklı gerekçesi nasıl açıklanabilir? Hangi kusursuz özelliğimiz böylesi bir şımarıklığı mazur kılabilir? Ne bekliyoruz sevgili ruh eşimizden?

Hepimiz hayatımız boyunca, özel olduğumuzdan emin olmaya çalışırız. Her birimiz kendimizi, adını koymasak da dünyanın merkezi olarak algılarız ama aklımıza dünyanın, ya da evrenin birden fazla merkezi olabileceği ihtimali ne hikmetse hiç gelmez. Ya her birimiz birer evrensek ve merkezlerimiz bir başkasının içinde de yer alabiliyorsa? Ve mükemmel olmadığını düşündüğümüz her şey fazlasıyla mükemmelse?

Ya hakkıyla sevmeye sandığımızdan daha yetkinsek?

Tamamlanmak herkes için bir başka insanla uyumlu bir birliktelik kurmak anlamına gelmeyebilir elbette. Bazılarımız kendimizi kariyere, ideolojilere veya çocukluk hayallerine verebilir, bazılarımız direk yollara düşebiliriz. Peki bu farklı hedefler sonucu değiştirir mi? Hikmet aradığımız şeyin niteliğinde midir, niceliğinde mi? Yoksa ne ararsak arayalım, olay bizde mi biter?

Kim bilir nereden duymuştum... Bir kaptan hayatını, bulması gerektiğine inandığı bir adayı aramaya adar. Tüm yaşantısı boyunca tek dileği o adaya bir an evvel ulaşmaktır. Yıllar geçer, adam bu amaç uğruna türlü fedakarlıklarda bulunur, en sonunda adaya varır. Karaya çıktığında heyecanla etrafına bakar, ada güzeldir güzel olmasına ama gayet sıradandır. Kaptan düş kırıklığına uğrar.**

Derken geçen zaman içinde bu kaptan çok önemli bir gerçeğin farkına varır; adayı aramanın kendisi zaten hayatını yaşanmaya değer ve muhteşem kılmıştır.

Peki her arayan bulabilir mi?
Bulmak bu kadar önemli mi?

Ya peki bulanlar daima arayanlar mıdır?
Kim gerçekten aradığını bulduğundan emin olabilir ki?

Öyleyse aramamalı mıyız?
Elbette ki, hayır! Aramadan nasıl varolabiliriz ki?...


* Bayezid-i Bistamî
** Ithaka - C.P. Cavafy