Bu söz ne kadar doğrudur, bilmiyorum. Aramadığım halde, kayıp çorabımın tekini bulmuşluğum vardır. Belamı bulmuşluğum da... Şaka bir yana, ararsak bulma ihtimalimiz olduğunu varsayalım... Kaçımız ne aradığımızı gerçekten bilebiliyoruz ki?
Bir “nesneyi” mi arıyoruz? Ya da bir “kavramı”? Yaşamımıza mantıklı bir çözülüm getirecek olan “açıklamayı”? Varlığımızı anlamlı kılabilecek bir “amacı”?...
Rüyalarımızı mı arıyoruz, yoksa hangi rüyayı görmemiz gerektiğini mi keşfetmeye çalışıyoruz?
Sabahları uyandığımızda, gün içinde halletmemiz gerektiğini düşündüğümüz kaç eylem bizi aradığımız şeye yaklaştırıyor? Yoksa basit hayallerle uğraşmak için fazla mı meşgul ve sorumluluk yüklüyüz?
Sahi, kaçımız kendisine “arayabilme fırsatı” tanıyor?
“Fazla düşünme, deli olursun!” derdi rahmetli babaannem. Gerçi “Geceleri ıslık çalarsan, şeytanları görürsün” de derdi; oysa gece vakti o kadar ıslık çalmışlığım vardır, hiçbirinde şeytan filan görmedim. Yine de deli miyim, bilemem tabii, ama beynimi pek susturabildiğim de söylenemez...
Yaşamı sorgulamak, bize hep kaçınmamız gereken bir hadiseymiş gibi öğretilir. Bizim yerimize düşünen “büyüklerimiz” zaten her daim mevcuttur. Tek yapmamız gereken, Allah’ın işini Allah’a, devletin işini devlete bırakıp, başkaları için üretmek ve yine başkaları için tüketmektir. Üstelik bunu öylesine önemseriz ki, aramamız gereken bir şeylerin var olup olmadığını dahi aklımıza getirmemeye çalışırız.
Öte yandan içimizde, varlığını çoğu zaman unutturan, ama bazen dayanılmayacak kadar rahatsızlık verici olabilen tuhaf bir boşluk hissederiz. Sanki ne olduğunu ifade edemediğimiz bir şeyler, bir yerlerde hep eksiktir. Tarifsiz bir tamamlanma arzusu duyumsarız, ama neyi, neyle, nasıl tamamlayacağımızı bir türlü çözemeyiz.
Derken derdimiz gücümüz bu sıkıntıyı tanımlamak olur. Tanımlayınca iş bitecek ya...
Hadi diyelim ki tanımladık, yetmedi eyleme de geçtik... Hatta şansımız yaver gitti, bulduk aradığımızı üstüne üstlük... Sonuç bizi tatmin edebilecek mi? Yoksa işimize gelen menfaatleri karşılamadığını, umduğumuz gibi çıkmadığını varsayarak, bir türlü bulduğumuzun “o” olduğuna inanmayacak mıyız?
Çoğumuz “birini” arıyoruz. Hani şöyle “eş ruh” filan da denilen, mükemmel partner olduğunu umduğumuz kişiyi... Ya eş ruhumuz selvi boylu, badem gözlü değilse? Geceleri horluyor, tırnaklarını kemiriyor, güldüğünde diş etleri görünüyorsa? Ya tahsilsiz, itibarsız, fakir biriyse? Veya düşlediğimizden daha yaşlı, daha kilolu, daha sarsaksa?
Hadi kötümser olmayıp mükemmel birini bulduk diyelim, biz yeterince iyi miyiz bu “mükemmel eş” için? Öyle ya, adamcağız ya da kadıncağız mükemmelse, bizimle birlikte olması ona haksızlık olmuyor mu? Bizim hiç kusurumuz, gediğimiz yok mu?
Gerçek aşkla karşılaştığımız zaman, bunu hakkını vererek yaşayabileceğimizden emin miyiz? Aptal komplekslerimizi, saçma sapan takıntılarımızı, geçmiş korkularımızı o ilişkiye taşımamayı başarabilecek miyiz? Aşkımızı egomuza kurban etmemenin üstesinden gelebilecek miyiz? Böyle cüretkarca mükemmel eşimizi ararken, kendimizi onu takdir edebilecek düzeye getirebilmeye de uğraşıyor muyuz?
Maalesef inançsızlık içimize işlemiş durumdadır. Hani bir elmanın iki yarısı olsak, önce “benim yarım daha mühim” diye diretir, işleri berbat edince de “aradığımın o olduğunu sandım, ama değilmiş” deriz. Sonra gelsin “aşk acıdır, yalandır” söylemleri, “acıyla olgunlaştım, artık aramaktan vazgeçtim” geyikleri... Bir sonraki bahara kadar bu soytarılık sürer gider.
Peki nedir bu bencilliğimiz? Bu kendini beğenmiş, kibirli halimizin haklı gerekçesi nasıl açıklanabilir? Hangi kusursuz özelliğimiz böylesi bir şımarıklığı mazur kılabilir? Ne bekliyoruz sevgili ruh eşimizden?
Hepimiz hayatımız boyunca, özel olduğumuzdan emin olmaya çalışırız. Her birimiz kendimizi, adını koymasak da dünyanın merkezi olarak algılarız ama aklımıza dünyanın, ya da evrenin birden fazla merkezi olabileceği ihtimali ne hikmetse hiç gelmez. Ya her birimiz birer evrensek ve merkezlerimiz bir başkasının içinde de yer alabiliyorsa? Ve mükemmel olmadığını düşündüğümüz her şey fazlasıyla mükemmelse?
Ya hakkıyla sevmeye sandığımızdan daha yetkinsek?
Tamamlanmak herkes için bir başka insanla uyumlu bir birliktelik kurmak anlamına gelmeyebilir elbette. Bazılarımız kendimizi kariyere, ideolojilere veya çocukluk hayallerine verebilir, bazılarımız direk yollara düşebiliriz. Peki bu farklı hedefler sonucu değiştirir mi? Hikmet aradığımız şeyin niteliğinde midir, niceliğinde mi? Yoksa ne ararsak arayalım, olay bizde mi biter?
Kim bilir nereden duymuştum... Bir kaptan hayatını, bulması gerektiğine inandığı bir adayı aramaya adar. Tüm yaşantısı boyunca tek dileği o adaya bir an evvel ulaşmaktır. Yıllar geçer, adam bu amaç uğruna türlü fedakarlıklarda bulunur, en sonunda adaya varır. Karaya çıktığında heyecanla etrafına bakar, ada güzeldir güzel olmasına ama gayet sıradandır. Kaptan düş kırıklığına uğrar.**
Derken geçen zaman içinde bu kaptan çok önemli bir gerçeğin farkına varır; adayı aramanın kendisi zaten hayatını yaşanmaya değer ve muhteşem kılmıştır.
Peki her arayan bulabilir mi?
Bulmak bu kadar önemli mi?
Ya peki bulanlar daima arayanlar mıdır?
Kim gerçekten aradığını bulduğundan emin olabilir ki?
Öyleyse aramamalı mıyız?
Elbette ki, hayır! Aramadan nasıl varolabiliriz ki?...
* Bayezid-i Bistamî
** Ithaka - C.P. Cavafy
2 yorum:
Aramadan bulmak lazım.
This is not Good Enough
Şimdi hatırlayamadığım bir ekonomi kitabı olayı şöyle özetliyordu:
Şimdi siz, kitapçıya gittiniz, benim bu kitabın ve benzerlerinin olduğu rafa geldiniz, hepsine şöyle bir bakıp, evet işte olsa olsa budur diyerek benim kitabımı seçtiniz.
Kestirmeden söyleyeyim: kitabım sizin için bir hayal kırıklığı olacak, asla yanındaki diğer kitaplardan o kadar da farklı değil.
Arayıp bulup elinize aldığınız her şey, sahip olduğunuz herşey anında değerini bu nedenle yitirecek: onlara onların sahip olduğundan daha fazla nitelik atfetmiş olabilirsiniz.
Buna karşın, B+ filmleri daha fazla beğenmek mümkün. Atfedilen değer sıfıra yakın olduğu için, en ufak 'iyi' kırıntı size iyi gelecek.
Diyordu alıntı yanlış hatırlamıyorsam.
merkep pazarında deve bulamazsınız
Yorum Gönder