17 Mayıs 2007 Perşembe

Kadınlar ne ister?

Kadın Hak nurudur, sevgili değil.
Sanki yaratıcıdır, yaratılmış değil!
Mevlana Celaleddin, Mesnevi, Cilt 1


Ne zaman bir forumda bu başlığa rastlasam ve her defasında -hani bir umut- mantıklı bir iki cümle arasam, düş kırıklığına uğruyorum. Dolayısıyla, insaniyet namına, kadın denen şu kendini bilmez mahlukatın ne istediğini bir de naçizane benden duyun isterim.

Söze, bu konuda ortaya atılan varsayımlarla başlayalım. Bakalım ne istermiş kadın...

“Her zaman daha fazlasını”

“Kadın erkeğin kendisine kul köle olmasını ister; olunca da ondan nefret eder”

“Allah'tan belasını ister bunlar”

“Dünyayı verseniz uzayı isteriz.. ;)”

“Sopa ister ne isticek”

“Biz kadınlar bunu bilsek, söylemez miyiz sanıyorsunuz...”

“Arada bir şiddet, arada bir sevgi, arada bir aşağılama”

“Sevgi, saygı, sadakat, bulunca da yenisini isterler”

Bu yorumlar ışığında kadın, kendisini tanımayan, ne istediğini bilmeyen, doyumsuz, tatminsiz, şımarık bir varlıktır. Onu mutlu etmek ise haliyle tamamen imkansızdır. (Elbette çok daha çirkin ithamlar ya da hitabetlere de rastladım kadınların istekleri konusunda, ama yukarıda sayıklarım bile bana yeterince üzücü geliyor.)

Kadınlık gerçekten sanıldığı kadar komplike ve belirsizlerle dolu mu demeliyiz? Yoksa biz, her iki cinsin de mensupları olarak, bu varsayımları kendimiz mi üretiyoruz?

Yeryüzünde, genel popülasyona oranla sayıca fazla oldukları halde, hemen her kültürde ayrımcılığa uğrayan ve azınlık gibi yaşayan tek topluluk kadınlardır. Çağlar boyunca kitleselleşen ataerkil düzen içinde, gerek ekonomik, gerekse sosyal anlamda şiddetli ve kesintisiz biçimde pasivize edilen kadınlar, hayatta kalış ve varoluş biçimlerini bu şiddetli baskıya dayanabilecek biçime sokmak zorunda kaldılar. Çünkü baş kaldıranın başı kesildi.

Tek tanrılı dinlerin doğuşu ardından, yüzyıllar boyunca giderek yaygınlaşan biçimde toplumları bu dinler yönetti ve tüm din kitaplarını erkekler yazdı, çünkü peygamberlik, kadına da lütfedilmiş bir ayrıcalık değildi. Öyle buyruldu ve öyle varsayıldı.

İşin başında, kadın daha ilk mitosta çabucak karalandı. Havva, asi ruhu ve önüne geçilmez merakı yüzünden, yasak meyveyi yiyerek ilk günahı işledi ve sonsuza dek lanetlendi. Ardından, artık Havva’ya olan büyük tutkusundan mıdır, yoksa sadece muhakeme yoksunluğundan mı bilinmez, onu takip edip meyveyi tadan Adem, bir şeytan işbirlikçisi olan kadın tarafından kandırılarak madur duruma düşürülmüş kurban profiliyle çıktı karşımıza. Çıbanın başı kadındı.

Kuşkusuz, ayrımcılığın eyleme dönüştüğü ilk asimilasyon girişimi, kadını cinsel doğasına yabancılaştırmakla başladı. Bu günaha meyilli, güçsüz, zavallı yaratık ancak bakireyken, ya da kendisini kabul eden erkeğinin, sadakatle dölünü taşır, soyunu sürdürürken kutsal sayılabildi. Hatta bu şartlar altında bile, adet dönemindeyken mundar ve lekeli olmaya mahkumdu. Cinsel arzularını değil ifade etmesi, hissetmesi bile onun için büyük bir suçtu.

Elbette erkek de cinsel arzularını belli oranda dizginlemekle yükümlüydü, fakat kadına oranla hem sınırları geniş, hem de özrü boldu. Kadın, eşinin ölümü harici hayatı boyunca tek erkeğe bağlı kalmak durumundayken, erkeğin birden fazla eş ve cariye alması mümkündü. Bu çifte standardın korunabilmesi ise, ekonomik gücün yalnızca erkeğe tahsis edilmesiyle garanti altına alınıyordu. Başında erkek olan herhangi bir topluluğa dahil olmayan ve tek başına yaşamak isteyen bir kadın, ya fahişelik yapmak ve toplum tarafından zulüm görmek, ya da sefaletten sürünerek açlıktan ölmek zorundaydı.

İffetsiz bir erkek yaptıklarından pişman olup topluma yeniden kolayca kabul edilirken, kendi rızası haricinde dahi olsa iffetsizlik yaptığına karar verilen kadının hayatı karardı. Çocuk büyütmek ve eşine hizmet etmek dışında emek harcadığı bir takım meslekler edinse de, emeğinin karşılığını daima ondan sorumlu olan erkeğe bıraktı. Tüm bunların yanı sıra düşündü, kaydedilmedi... Söyledi, işitilmedi... Yarattı, takdir edilmedi... Sordu, öğretilmedi... Kadın, sahip olduğu bu lanetli bedene ve getirisi olan düzenin gerekliliklerine hep tutsaktı.

Derken Rönesans ile çürümeye başlayan muhafazakar dinsel hegemonya, sistemde oluşan köklü değişikliklere yenik düşmeye başladı. Giderek ivme kazanır biçimde gelişen bilim ve teknolojinin paralelinde, Tek Tanrı ve onun kutsadığı hükümdarlar iktidarlarını bağımsız siyaset ve ekonomiye bırakıyorlardı. İşte tam o sıralar, bazı cin fikirli adamlar, kadının o büyük kıymetinin farkına vardılar...

Hemen heyecanlanmayın, bu kıymet, potansiyel oy kapasitesi ve iş gücünden başka bir şey değildi. Eğer kadınlara oy kullanma hakkı verilirse ve gönülleri hoş edilirse, tüm dengeleri alt üst edebilecek bir iktidar desteği sağlamak da mümkün olacaktı. Aynı zamanda artan iş gücü ekonomik kalkınmayı hızlandıracak ve global platformda söz konusu ülkeye büyük gelirler sağlayacaktı.

Neyse ki bu cin fikirli adamlara yarayan yeni oluşum, kadınlara da yaradı. Yani erkek, hiç farkında olmasa da, kadının ne istediğini bundan sonra keşfetmeye başladı ve kadın, çağlar boyunca yaşadığı ağır esaretin ardından, ilk kez kendini ifade etmeye muktedir olduğunun farkına vardı.

Tabii ki bu yeni koşullar herkesin işine gelmedi. Süregelen düzende gül gibi yaşayan bir çok insan vardı ve alışık oldukları kuralların sarsılması, toplumsal güvence anlayışlarını fena halde zedeliyordu. Muhafazakar çevreler hala çoğunluktaydı ve kadınlar dahil, kadının erkekle denk haklara sahip olmasını hiç onaylamayan kesim bu yeni oluşuma şiddetle direnç gösterdi.

Lafı daha fazla uzatmadan tarihi bir kenara bırakalım ve ataerkil düzende çaresizce yerini bulmaya çalışan bu süreç hala devam ederken, kadının nasıl bir tutum sergilemekte olduğuna bakalım.

Genel geçerli geleneksel yapıda kız çocuğu ilkin, iktidar sahibi olabilmek için, fallus sahibi olması gerektiğini öğrenir. Bu yolda kendisine kodlanan temel veri hala, fallusa sahip erkeği idare edebilme becerisini geliştirmesi zorunluluğudur. Ekonomik ve sosyal açıdan güçlü bir erkek tarafından seçilmek ve onu elinde tutabilmek, kendisini de güçlü ve güvencede kılacaktır.

Çoğu kadın bu kısa yolu tercih ederken, bazıları bir süre sonra tek yolun bu olup olmadığını sorgulamaya başlar. Akıllarına gelen ikinci alternatif, kendi falluslarını yaratma becerisine sahip olmaktır. Böylece insanlaşmak adına, erkekleşme gereği duyarlar. Onları zayıf kıldıklarına inandıkları duygularını bastırır, rasyonel, katı savunma sistemleri oluştururlar. Elbette ki bu sırada erkek, artık onlar için elde edilmesi gereken bir zafer nişanı değil, yenmeleri gereken bir rakip haline gelmiştir.

Öyleyse sonuç olarak kadınlar iktidar ister diyebilir miyiz?

"Otuz yıldır insan ruhunu araştırıyorum, yine de kadınların ne istediğini anlayamadım" demiş, Sigmund Freud. Hayatta olsaydı, “Yanlış yerlere bakmışsınız, üstadım” derdim kendisine. Çünkü özünde bu sorunun yanıtı o kadar basit, o kadar göz önündedir ki... İşte dünyanın çağlar boyunca, Freud’un otuz küsür senede bulamadığı sorunun cevabı:

Kadınlar sadece insan olmak isterler.

Yapı itibariyle kadın ve erkeğin eşit olduğunu asla savunmadım. Gerek fiziksel ve ruhsal doğaları gereği, gerekse medeniyet tarihinin boyunlarına vurduğu baskıların yan etkileri nedeniyle, kadınlar mutlak biçimde erkeklerden çok farklıdır.

Hayat standardı bazında “insan” gibi yaşayabilen tek örnek hala erkektir ve kadın ancak erkeğin onayı ve/veya himayesiyle bu standarda yaklaşabilir. Dolayısıyla günümüzde bir erkeğin eşi olarak yaşam kalitesini yükseltmeyi tercih etmeyen kadının, diğer alternatifte erkeğe öykünmesine şaşmamak gerekir.

Ama tüm bunların derininde kadının tek istediği, toplum içinde -pozitif ya da negatif- herhangi bir ayrımcılığa maruz kalmadan, maddi ve manevi şiddet, taciz, aşağılama görmeden, türünün getirisi olan özel ilgi alanları ya da davranış biçimleri yüzünden kategorize edilmeden yaşayabilmektir.

Cinselliğinin bir avantaj ya da dezavantaj gibi algılanmadığı, haliyle cinsel doğasını dilediğince keşfedebileceği bir hayat ona bu güne dek sunulmamıştır. Kadın, cinsel oluşumunu bir erk elde etme aracı, ya da bir lanet gibi görmeden, bedenini bir sermayeye dönüştürmeden insan gibi, kadın gibi, aşık gibi sevebilmek, sevişebilmek ister.

Bağımsız ve hür bir hayata sahip olabilmek için, kadınlığının gereklerinden ve kadın kimliğinden feragat etmek zorunda kalmadan, kendini ispat edebilmek adına bir erkeğin en az iki katı emek ve enerji harcamadan, yolda yürürken bile yargılanmadan, sorgulanmadan, hak ettiği ölçüde rahat ve güvenle nefes alıp verebilmek ister.

Ve bunları elde etmesi maalesef hala imkansız olduğu için de huzursuz, hüzünlü, isyan doludur. Hatta bunları hak ettiğini düşünmek dahi aklına gelemediği, getirilmediği için, yorgun ve küskündür. Kendini çaresiz, önüne sunulanla yetinmek zorunda hisseder, ama bir şeyler hep eksik kalır.

Sonuçta kadın sadece insan olmak, insanken kadın olmak, kadınlığını ne toplumla, ne de kendisiyle kavga etmeden, dilediği gibi sevebilmek ister.

2 yorum:

Adsız dedi ki...

yazınız erkeklere empati kazandiracak nitelikte..belki bir gün anlarlar

Mustafa Tulu dedi ki...

kazın ayağı öyle değil ki...
Keşke öyle olsa diyeceğim, ama değil.