25 Ağustos 2009 Salı

saçım sarı, gözüm mavi, güzelliğim avrupai

Kafam sürekli başka yerde bu ara. Ama bu başka yerin neresi olduğunu ben de bilmiyorum, bana da söylemiyor. Yine gizli işler çevirdiğine eminim, yakında çıkar foyası meydana.

Bunu bana çok sık yapar. Özellikle duygusal anlamda zorlandığım konularda. Onları bilinç yüzeyime çıkartmadan, altta bir yerlerde kendince damıtmaya çalışır. Hallediyor da epey bir şeyler ama o sırada olan benim uyku düzenime, iştahıma, motivasyonuma oluyor.

Her günüm aynı geçiyor bu ara. Günde on iki saat filan uyur oldum. Geceleri sabaha kadar oturuyorum, çünkü insanlar zararsızken aklımı döke saça çalışmayı daha çok seviyorum. Gerçi çalışıyorum da ne oluyor, sabaha kadar yapıp, bir ertesi sabaha kadar bütün yaptıklarımı bozmuş oluyorum. Ömrüm boyunca ortaya iyi bir şeyler koymak zorunda hissettim kendimi. Bu da bir tür rahatsızlık olsa gerek.

Kendime dışarıdan bakıyorum bazen, hiç normal birine benzemiyorum. Evden dışarı çıkmadan yaşıyorum. Paramı evden kazanıyorum, dostlarımı evde ağırlıyorum, hareketsizlikten üç yüz kilo olmadığım için genetik yapıma şükretmeliyim. Arada dışarı çıkmak gerektiğini biliyorum aslında, hatta hava da güzel, ama bu odada sanki güvendeyim. Tetikte değilim. Şu sıra insanlarla mecburi diyaloglara girmek zorunda kalmamak bana iyi geliyor.
“Bir Kadıköy uzatır mısınız, rica etsem?”
“Hayır, bozuğum yok maalesef.”

Bir aşk öyküsü yazmak istiyorum. Hepsi tek mekanda geçsin, ucuz ucuz çekelim, bitsin diyordum ama, bütçesizlik yüzünden aşkı da tek mekana sıkıştıramam ki. Doğasına aykırı. Ayrıca klostrofobik bir aşkı kim ne yapsın?

Çatıya çıksınlar mesela bir sahnede, biz çıkmıştık. Aşağıda şirketin partisi vardı. İki şişe şarap yürütüp bilgi işlem odasının penceresinden çatıya tırmandık. Eteğimin yırtmacı daha da söküldü tırmanırken, topuklu ayakkabılarımı server’ın dibinde bırakmıştım. Sonra sarhoş olup, aşağıdaki kokoşların kafasına işeme fantezileri kurduk. İşemedik tabii, yakalanırız diye. Kaçabilecek olsak belki de işerdik. O akşam ilk kez baş başa kalıyorduk.

Aşk da böyle bir şey zaten. Bir tür suç ortaklığı. Biraz dışarı çıkmak, biraz kafa tutmak, kendi kendine işeyemeyeceğin adamların üzerlerine birlikte işemenin hayalini kurmak. Birlikte. Kilit kelime bu sanırım.

Anlatacağım hikayenin bir önermesi olmalı. “Aşk aklın bir oyunudur” dedi geçende Emir. “Durduk yere yanan sobaya elini değdirmezsin. Biriyle ilişkiye girmek de yanan sobaya el değdirmek gibidir. Aklın oyun oynamazsa bunu beceremezsin.”

Halkın kendini yakın hissedebileceği, ortalama bir çift seçeyim dedim önce. (Halk da ne menem bir şeyse…) Hani şöyle oğlan Toyota servis şefi, kız lisede öğretmen, sıradan tipler. Hep sanatçısı, reklamcısı, sosyetesi mi yaşar bu aşk denen mereti? Yaz işte, dokunulabilir tipler olsunlar.

İyi de, ben dokunmamışım ki öyle insanlara. Tanımıyorum ki normal birilerini, tıkandım tabii. Otoriteyle oldum olası dertliydim.

Eyes Wide Shut’daki hikaye işte. Alt sınıf ve üst sınıf uçlarda yaşarken, orta sınıf her ikisini de var edebilmek için dengeli ve disiplinli bir yaşam biçimini benimsemek zorundadır. Ben o disiplinli insanları tanımıyorum. Yani tanıyorum da, lisedendir, samimi bile değilizdir, öyle yani… Nasıl yaşarlar, bu hayata nasıl katlanırlar bilmiyorum.

Bir belgesel için Bakü’ye gitmiştik. Petrol firmalarından birinin genel müdürü, otuz beş- otuz altı yaşlarında genç bir türktü. Evli, biri kız biri oğlan iki çocukları var ve Bakü’de, bir otelin kabus mobilyalarla döşenmiş pahalı suitinde yaşıyorlar. Tam anlamıyla örnek bir aileydi. Röportaj için hazırlanırken, kendimi kadının yerine koydum. Evet birbirinden güzel iki çocuğu, kariyerli bir kocası, sözde refah içinde bir hayatı vardı. Ama Allahın Azerbaycan’ında, kristal avizelerin kabak gibi aydınlattığı, rahatsız, varaklı koltuklarla döşeli lacivert-beyaz buz gibi ortamda, altın kafesteki kuş gibiydi.

Bir ara adamın başka kravatı olup olmadığını sordu zevzek yönetmen –ki zevzekliği ayrı hikaye, bir gün belki anlatırım- kadın bir koşu gidip adamın bütün kravatlarını getirdi. Yönetmen baktı, baktı ve içlerinde olmayan tek rengi sordu:
“Mavi kravatı yok mu hiç?”
Kadının ağzının kenarında çok tatlı bir kıvrım oluştu o an. Böyle hem kibar, hem alaycı, gözleri kocasına kaydı, elini adamın omzuna koydu ve hala ona bakarak, çok şefkatli bir tonlamayla;
“O asla mavi kravat takmaz.” dedi.
O zaman anladım, kadının aslında ne kadar mutlu olduğunu. Sonra, deneyimleme biçimi nasıl olursa olsun, bir erkeği öyle sevebilmeyi çok özlediğimi fark ettim.

Bu bir ekstaz hali. Ama aynı zamanda içinde planlanmamış bir güzellik de gizli. Son derece gerçek bir güzellik. Emir’in dediği doğru.
“Aşk çukurları… Sanki yalan gibi. Hayatı geçirebilmek için aklın bir oyunu bu. Ama o çukurda yine de bir şeyler var. Şeker gibi, deniz gibi, güzel bir rüzgar gibi şeyler. Tamamen yalan olan aşkın içinde başka bir aşk daha var. Şöyle bir buçuk İskender yemişsin gibi bir duygu.”

Bunu anlatmak lazım aslında. Nasıl anlattığımın önemi yok. Adam doktor olmuş, kız manikürcüymüş, önemli olan oyunlarına sahip çıkmaları. O oyunu “birlikte” ne iyi oynadıklarının bilincine varmaları. Çocukken de öyle değil miydi? Bazı oyun arkadaşlarımız vardı, onlarla birlikteyken ruhumuz sıkılırdı. (“Ulan, bu kazmanın da neresi korsana benziyor?” demişliğim vardır benim mesela.) Ama bazılarıyla da birlikteyken zamanın nasıl geçtiğini anlayamazdık. Çünkü onlarlayken oyun çok gerçekçi olur, hatta bir süre sonra ister istemez gerçekleşirdi. Karnımız deli gibi aç olduğu halde, annelerimizin “yemek hazır” çağrısını bu yüzden küfür gibi algılardık.

Aşka tam da bu noktadan bakmak istiyorum. “Ulan, ne güzel oynuyoruz!” noktasından. Zaten derdimiz gücümüz bu değil mi? En keyifli oyun arkadaşını bulmak. Gerçekleşmek.

Bir akşam televizyon izliyoruz -Las Vegas dizisiydi galiba- karakterler sabah uyanmış, şampanya içiyorlar. Ben muhtemelen yün örüyordum bir yandan. Yeşil çay içiyoruzdur kesin.
“Nasıl bir şey acaba sabah uyanıp şampanya içmek? Ben hiç içmedim kahvaltı niyetine” dedim.
“Bilmem, çok acayip değildir herhalde” dedi.
O gece terasta yattık. Yağmur yağacak gibiydi ama “yağarsa kaçarız içeri” demiştik.

Sabah hava bulutluydu, yağmur yağmamıştı. Uyanıktım ama henüz gözlerimi açmıyordum. Islık çalarak mutfaktan geliyordu. Melodisi yaklaştı, yaklaştı, iyice yakınlaştı ve iki zarif çınlama sesinin ardından yavaşça uzaklaştı. Gözlerimi açtım. Karşımda iki kristal şampanya kadehi duruyordu.
“Hassikkktiiirrr!!!” dedim yatakta doğrularak.
Filmlerde hiçbir kız böyle bağırmaz mesela.
“Ah, Necati! Sürprizlerle dolusun!” filan derler.

Kuzeninin hostes bir kız arkadaşı vardı, arada onlara yabancı içki getirirdi. Evde bir şişe şampanya varmış öyle. Sabah erken kalkıp onu almaya gitmiş, ardından iki kristal kadeh satın almış, eve gelip meyveler dilimlemiş, beni öyle uyandırıyor. Yağmur yağdı yağacak. Hafta sonuydu. Mantar aşağıya uçmuştu.

Rahat akmalı öykü, samimi olmalı. Ne iş yaptıkları önemli değil, aşkı nasıl oynadıkları önemli. Ne kadar gerçekleşebildikleri…

Bugün öğlen beni bekleyecek olan biri var. Gitmemek hiç bu kadar zor olmamıştı.

2 yorum:

denemeci paşa dedi ki...

Nedense aklıma Ay Işığında Saklıdır adlı muhteşem aşk hikayesi geldi.

"Ah, Necati! Sürprizlerle dolusun!" kısmı bana aşkta Aydan Şener yüzeyselliğini hatırlattığı için sanırım.

lenore dedi ki...

okudum, ne yalan söyliyim? "vay göt" dedim, 'döktürmüş yine'. kusuruma bakmayasın.

aşk da diyorum ki hep, yanmaktan öte (ya da yanan tene buz tutmaktan öte), yanan tenden yandığı için buzu çekememekle mi alakalıdır acaba, bir yandan?

bu oyunbazlık ile mizerablık arasında gidip gelen bir şey belli ki.