17 Eylül 2010 Cuma

Dİ'Lİ GEÇMİŞ


“Bana beni sonsuza dek sevebileceğini söylediğin an,
beni sonsuza dek sevdiğin andır.”

Sabahın köründe tıkışık metrobüste ayakta uyuklarken hemen önümde boşalan koltuğu fark ettiğimde, cebimde unutulmuş bir yirmi kağıt bulmuş kadar sevinmiştim. Fakat heyecanım kısa süre sonra burnuma dayanan çirkin bir erkek kıçı tarafından piç edildi. Herifin sahte deri kemerli kot pantolonunun arkasında şöyle yazıyordu:
“Satisfaction Guaranteed”
Son derece yetişkinlere özgü bir vaatti. Anlamını bilse giyer miydi lavuk acaba o pantolonu?

Güne böyle başlayıp, inanmadığım değerlere hizmet ettiğim işime vardığımda, umutlarımı hayata karşı stabilize edebilmek için, Ferda’yla yazdığımız senaryoyu sattığımızın hayalini kuruyordum. Mesai saatlerinde arada hayal kurmasam ölürüm ben, yemin ederim. Yaklaşık bir saat sonra hasta ve bir süredir bana karşı hevesini yitirdiğinden şüphelendiğim yeni, belki de Allah göstermesin eski sevgilim işe geldi. Burnu kırmızı, sweetshirtünün ense etiketi dışarıda, yürüyüşü bezgindi.
“Nasılsın bugün?” diye sordum,
“Daha iyiyim, nispeten” dedi.
Şirkette ilişki yasağı olduğu için birbirimize fazla samimiyet göstermemeye gayret ediyorduk, ama son son işi neredeyse duyarsızlık limitine dayamış bir tavır içinde olduğumuz dahi söylenebilirdi. Yemekte dayanamayıp, onu ensesinde sırıtan etiketten haberdar ettim. Etiketi düzeltti.

Aslında çok acele etmişti,
“Seni seviyorum” demek için.
Etmemek lazım. Rakı içiyorduk zaten. Cümleyi aynı gece üst üste bir iki kez yineleyince ben de karşılık vermiştim. Vermemem lazımdı. Daha dün bir bugün iki, nereye seviyorduk ki birbirimizi? Olsa olsa karşılıklı beraber olma halimizden memnunduk o kadar. İnsan,
“Alkollüydüm, sevişmişim, hatırlamıyorum” der de,
“Alkollüydüm, sevmişim, hatırlamıyorum” demek anlaşılır şey mi?

İlişkilerin başlangıç safhalarından nefret ederim. Ne neyi, nasıl paylaşmanın yakışık aldığını bilirsin, ne de belirsiz işaretleri nasıl değerlendireceğini. Mehter marşı gibi iki ileri bir geri el yordamıyla ortak bir dil oluşturmaya çalışırken, bir yandan da olası düş kırıklıklarına karşı temkini elden bırakmadan duygularını dizginlemeye uğraşırsın. Osuruktan nem kapan bir halet-i ruhiye içerisinde, karşındakinin gizli bahçesini sarsakça talan etmemeye azami gayret göstererek, bastığın zeminin olası koordinatlarını tanımlamaya çabalarsın. Tüm bu eziyete katlanmak adına ihtiyaç duyduğun motivasyon için de dopaminden çok daha fazlası gerekir.

Ketum adamdı benimki. Ama öyle hava olsun diye değil, kendi kendisini deşifre edemediği için suskundu. Başkalarının vücut dilini ya da cümlelerindeki alt metni o kadar rahat kavrıyordu ki, aynı açıkları vermemek adına bilincini kasıp durmaktan, ne yaşamak istediğini unutuyordu. Yüzüme bakıp bana birkaç kez,
“Korkularım var ilişki yaşamaya dair” gibi şeyler söyledi, ama bunu söylerken ardında gizlemeye çalıştığı asıl korkularının farkında olsa, eminim o cümleleri kuramadan ilk fırsatta sıvışıp giderdi. Gerçek korkuları yalnızca ilişki yaşamaktan çok daha çetrefilliydi.

Kendi varoluşuna dair neredeyse yarı bilinçli bir şuursuzluk edinmişti. Yarı bilinçli diyorum, çünkü şuursuzluğunda hür iradeyle seçilmiş bir gurur da hissediliyordu. Duvarı esnekti, kırılmıyordu. Beni o kadar kibarca içine almıyor, kapı eşiğinde sınırı geçtiğim illüzyonu yaratmak, böylece rahatlayıp sorgulamamamı sağlamak için beni öyle misafirperver ağırlıyordu ki, daha fazla yaklaşmayı efendiliğime yediremiyordum.

Asıl problemin benimle alakası yoktu. Unutmak için çok çaba harcıyordu. Hal böyle olunca, hatırlaması gerekenleri de bastırması normaldi. Gerçekten unutabilmek için, önce unutma arzumuzu unutmamız gerekir. Özünde o bir tek bunu başaramıyordu.

Benim pek farkımda değildi. Aslını söylemek gerekirse, zaten pek oralı da değildi. Hayatına birini sokma cesaretini bulmuş olma başarısıyla, sıçarsa sağduyusuna yalan söyleyemeyeceği korkusu arasında gidip geliyordu daha ziyade. Bense, hani konu mankeni demeyelim, tatlı kızdım, fazla kafa da sikmiyordum ama, öyle adamın “sevdiği kadın” olmakla falan da alakam yoktu. Olsam merak ederdi beni. Yazdıklarımı bile okumuyordu mesela.

Bir çift olarak hayata kafa tutabilmek için, karşındakinin seni özgürlüğüne çağırabilmesi gerekir. Böyle biri, sokakta oynadığı sırada aklına geldiğin, kapınızı çalıp birlikte oynayabilmeniz için annenden izin isteyen arkadaşın gibi, sana hiç düşünmeden ayakkabılarını ayağına geçirebileceğin bir eğlence garantisi vaat edebilmelidir.

Yetişkinlik algımızda vaat, son derece ürkütücü bir söz. Çünkü bize, içine girdiği kabın şeklini alan sıvı formundan uzun süre önce men edilmiş ve kendisi gibi dondurulmuş olan beklentilerle uyuştuğu yap-boz oyunu için, özenle katılaştırılmış halde sunuluyor. Bir tür ticari ölçü birimi yani.

Bir de kapıya gelen veledi düşünün. Vaatlerin o boğmayan ama tatlı tatlı ıslatan, akışkan halini. Dışarı çıkarken ne oynayacağınızı dahi bilmediğiniz halde duyduğunuz o ipini koparmışlık sevincini. O gün kafayı mı patlatacaksınız, kaseyi mi kıracaksınız, yoksa yıllardır kabuk üzerine kabuk tutan dizlerinizi yeniden mi kanatacaksınız umursamadan, ‘dünya sikime minare götüme’ diyerek kendinizi hayatın gelişine bırakıverme hissini. İşte unutmayı bile unutma hali budur.
“Satisfaction Guaranteed”
Salt dopamin, bu ruh hali karşında, sürekli doktorculuk oynamak kadar sıkıcı ve soluktur.

Yaşadığım şey, bir apartman çocuğunu yağmur sonrası çamurlarla oynamaya ikna etmeye benziyordu. Üzerine bulaşan sikindirik çikolata partikülü için bile annesinden azar işitmiş bir çocuğu, hayatında ilk kez, yemesi olası dayağı dahi göze alarak çamurlara batmaya ikna etmek hiç kolay iş değildir. Çünkü böyle bir çocuğun şimdiye dek yaptım sandığı en büyük delilik eylemi evde kimse yokken babasının Playboy zulasını keşfetmek olmuş, hayatta ağaca çıkmanın değil, asıl inmenin zor olduğunun daha farkına bile varmamıştır.

Apartman çocukları tek bir alanda diğerlerinden daha beceriklidir; otoriteyi idare etme konusunda. Sürekli yetişkinlerle bir arada yaşamak zorunda kaldıklarından, özgürlüklerini sıkıştırılmış da olsa tatmin edebilecekleri otorite boşluklarını değerlendirebilmede ustalaşırken, gerçek özgürlük kavramına karşı da ürkekleşirler. Sevgilim, ilişkiler konusunda değildi belki ama, sevebilme cüretkarlığı konusunda tam bir apartman çocuğuydu.

Madem bu kadar uzaktı bana, madem kim olduğumu da pek bilmiyordu zaten, ne demeye hala ona ‘sevgilim’ diyordum peki?

Gülerken, bir dişinin eksik olduğu fark edilmesin diye ağzını açmazdı. Tahminim, en az iki yıldır yoktu o diş, çünkü bu jesti otomatik pilotta yapardı. Bazen, bir şey gerçekten çok hoşuna gittiğinde başını hafifçe arkaya atar, gözlerini kısarak kahkahayı patlatırdı. Sanki etrafta kimse yokmuş, bütün şehir çekip gitmiş gibi. Beni de o kadar cesur sevsin isterdim. İsteyince de azıyla yetinemiyor insan.

Göğsüne ilk yattığımda, sekiz santim ötemde şah damarı atıyordu. Uzun süre izledim o görüntüyü. Cildi parlaktı, ışığı yumuşak yansıtıyordu. Küçük sarı ayva tüyleri bir çocuğunki kadar kötülüksüzdü. İçerde çırpınan şah damarıysa beni pencerenin önünde, kızılca kıyamet oyuna çağırıp duruyordu.

İşten çıkıp metrobüse gittiğimiz bir akşam, yolda benimle hemen hemen hiç konuşmadı ama, insanlar itişerek otobüse binmeye uğraşırken omzumu tuttu. Tam arkamda duruyor, hafif ve istikrarlı dokunuşuyla,
“Bekle” diyordu.
“Bekle, gitsinler. Biz nasılsa gideriz. Bırak hayat tortusunu bir akıtsın.”
Bekledim. İtiraf etmeliyim ki, bir erkeğin bir kadına sunabileceği en huzurlu sığınak, ona bekleyebileceğini hatırlatmaktır.

Ne kadar zevk alacağımız, salıncağı harekete geçirmek için ne kadar geriye uzanabileceğimize bağlıydı aslında. Ben parmaklarımın ucuna kadar zorlamak istiyordum adımlarımı, o çekiniyordu. Bu durumda yapılacak iki şey vardı. Ya onu beklemeden kendimi boşluğa savurup, en azından aldığım keyfe özenmesini umut edecek, ya da sıkılarak, sıkıntısının geçmesini bekleyecektim.

Sıkılarak, sıkıntısının geçmesini bekledim. Nihayetinde benim de korkularım vardı.

Vaatler sözleşmelere dökülmemeli hayatta. Tutanaklara geçmemeli. Öz kütleleri saçma salak kalıplara tıkıştırılıp, ağırlaştırılmamalı. Uçurtma gibi olabilirler mesela. Her zaman uçmasa da varlığıyla sana heyecan veren, ezilmiş çimen kokusunu ve gelincikleri çağrıştıran, onu varlık amacına ulaştırdığında seni kahraman ilan eden bir şey olmalı vaat. Ağaca takılır ya da kırılırsa dünyanın sonunu getirmeyen, iyi ya da kötü yerini tutacak yenisi de yapılabilir bir şey olmalı. Yani asıl hedef bir uçurtmaya sahip olmak değil, uçurtma uçurabilmek olmalı.

Her gece hayatımı yazarak kazanacağım adam gibi bir işin, maddi sıkıntı çekmemenin, Ece’nin kendi ayakları üzerinde özgüvenle durduğu günün ve vakti gelince hayata gözlerimi zaferle yummanın hayalini kuruyordum. O geldiği geceler sadece bekliyor ve dinleniyordum. Bir erkeğe ‘sevgilim’ diyebilmek için daha başka ne gereklidir, yaşam bize daha büyük ne vaatlerde bulunabilir, hiçbirini hatırlamıyordum.

4 yorum:

Adsız dedi ki...

Gerçekten de yağ gibi akan bir yazı. Kelimelerle yapılan dansı gördükçe retorike, ahh burda belağat çok daha doğru bir kullanım, hayran olmamak mümkün değil.
Bazı sözler çok vurucu geldi bana. Özellikle bu: "bir erkeğin bir kadına sunabileceği en huzurlu sığınak, ona bekleyebileceğini hatırlatmaktır".

Zihni...

Sidar Ok dedi ki...

"Böyle biri, sokakta oynadığı sırada aklına geldiğin, kapınızı çalıp birlikte oynayabilmeniz için annenden izin isteyen arkadaşın gibi, sana hiç düşünmeden ayakkabılarını ayağına geçirebileceğin bir eğlence garantisi vaat edebilmelidir."

Mükemmel!

Adsız dedi ki...

seda, yaz artık lütfen ama.

bma dedi ki...

hey sen! daha çok yazsana.